27 Aralık 2007 Perşembe

Yanıkta İlk Müdahele

Geniş yanık en ağır travmalardan biridir.

Yanıkları sebeplerine göre şöyle sınıflayabiliriz:

Termal Yanıklar
1. Ateş, alev
2. Akkor haline gelmiş metaller
3. Kaynama noktasına gelmiş sıvılar ve bunların buharları

Elektrikli Yanıklar
1. Yüksek voltajlı elektrik akımı
2. X ışınları

Radyasyon Kimyasal Yanıklar
1. Asitler
2. Kaleviler
3. Harb gazları(fosgen, nitrojen mustard)
4. Fosfor Termal yanıktan hemen sonra hastaya şu uygulamalar yapılır:

1. Yanığın artması önlenir. Yanan elbiseler söndürülür ve çıkartılır.
Yanmış dokuların ısısı ,10-20 dk.soğuk su yıkamaları veya soğuk havlu uygulamaları ile azaltılır ve vücut ısısının düşmemesine gayret edilir.
Fakat bu işlem yandıktan sonra 30 sn. Sonra başlanırsa etkilidir.
Solunum yolu ile de ciddi inhalasyon yanıklarının olabileceği düşünülmeli hasta bol oksijen alabileceği, olay yerinin dışında bir yere taşınmalıdır.
2. Solunum, kalp atışları ve nabızlar kontrol edilir.
Kan basıncı ölçülür.
3. Hastanın nefes alıp verdiği konrol edilir .
Hafifçe baş geriye bükülerek yeterli hava yolu sağlanır.
4. Hasta en kısa zamanda bir yanık merkezine götürülür.

Kimyasal yanıklardan sonra yanığa maruz kalan alan bol su ile yıkanmalı, bir an önce bir sağlık merkezine ulaşılmalıdır.

Elektrik yanıklarında, geçen elektrik akımı toprakla da birleşerek bir yay düzeneği oluşturur. Bu yay boyunca başta kalp olmak üzere sinir sistemi de bu olaydan etkilenebilmektedir. Bu sebeple hastanın en kısa sürede bir sağlık merkezine başvurması hayati önem taşır.

El yanıklarında yanık sonrası dokular arası sıvının serbestleşmesi sebebiyle zamanla gittikçe artan ödem meydana gelir. Bu da o uzvun yaşamını tehlikeye sokar. Eldeki yanıklarda elin uygun olmayan pozisyonda atele alınmaması elde gerilmeler ve şekil bozukluklarına sebep olabilir.

Ses Sağlığı


Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Gürsel Dursun, sesi kalınlaşmayan erkek çocuklarına, tek seansta "gırtlak eğitimi" vererek seslerini kalınlaştırdıklarını bildirdi.

Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı'ndan Doç. Dr. Gürsel Dursun, toplumun sesini kullanmayı bilmediğini, bunun birçok ses ve gırtlak problemini beraberinde getirdiğini söyledi. Ses kalınlaşmasının ergenlikten erişkinliğe geçiş döneminde olması gerektiğini bildiren Dursun, bu sorunla birlikte yaşayan, ama sorunun çözülebileceğini bilmeyen çok sayıda insan bulunduğunu kaydetti.

Sesin kötü kullanımı, ses tellerinin iltihabi hastalıkları veya gırtlağın tümörel hastalıklarının, ses hastalıklarına neden olduğunu bildiren Dursun, "Ses telleri üzerinde nodül, polip, ödem, kanama veya sinir felci gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor veya gırtlak kanseri nedeniyle ses telleri alınabiliyor" dedi.

Dursun, ses problemlerinin genellikle öğretmen, politikacı, santral memuru, öğretim üyesi, imam gibi meslek grubunda bulunanlarda rastlandığını bildirdi.

Sesi Korumanın Yolları

Boğazınızı kazır tarzda temizlemeyin, öksürmeyin ve bağırmayın.

Konuşurken sizin için doğal olan ses perdesini kullanın.

Sesinizi gırtlakta veya burunda odaklaştırmayın.

Sesinizi kullanırken nefesinizi ayarlamayı öğrenin.

Aşırı derecede konuşmayın.

Ağız boşluğunu mümkün olduğunca açık tutun.

Gürültülü ortamlarda konuşmayın.

Sigara içmeyin ve aşırı alkol kullanmayın.

Bol sıvı alın ve sesiniz için nemli ortamı sağlayın.

Toplum önünde konuşurken önlem alın, mikrofon kullanın.

Vücudunuzun genel direncini bozmamak için fazla yorulmayın ve stresinizi gidermeye çalışın.

24 Aralık 2007 Pazartesi

Vitaminler


A VİTAMİNİ
Çocukların büyümesine yardımcı olur. Yangılara karşı bedenin direncini sağlar. Gözü korur, besler ve iyi çalışmasını güvence altına alır. Bulunduğu besinlerden bazıları şöyledir: Süt, koyun eti, yumurta, balık, dana eti, tavuk eti ve av hayvanlarının eti, kuşkonmaz, patlıcan, tereyağı, havuç, kereviz, lahana, karnıbahar, hurma, ıspanak, ekmek, hamurişleri, çilek, taze fasulye, mercimek, kavu, şalgam, portakal, greyfurt, maydanoz, armut, elma, patates ve domates.

B(1) VİTAMİNİ
Gelişmeyi sağlar, sindirimi kolaylaştırır. Meyve şekerlerinin özümlenmesine yardımcı olur. Salgı bezlerinin faaliyetini arttırır. Şu besinlerde bulunur: Süt, taze sebzeler, mercimek, bira mayası, koyun eti, fındık, ceviz, yumurta, portakal, ekmek, hamurişleri, nohut, balık, dana eti, kepek, sakatat, kuzu eti, sığır eti, muz, havuç, kestane, lahana, karnıbahar, un.

B(2) VİTAMİNİ
Şekerin özümlenmesini sağlar. Sinir sistemini düzene sokar. Solunum sisteminin çalışmasına yardımcı olur. Şu besinlerde bulunur: Süt, peynir, taze ve kuru sebzeler, bira mayası, koyun eti, yumurta, ceviz, fındık, ekmek, balık, patates, dana eti, salatalık, sakatat, badem, sığır eti, un.

B(6) VİTAMİNİ
Dokuların yenileşmesini sağlar. Karaciğerin dostudur. Sinir sistemini düzene sokar. Cildin parlaklığı ve gerginliğini sağlar. Şu besinlerde bulunur: Et, süt, bira mayası, koyun eti, yumurta, portakal, armut, nohut, dana eti, yeşil salatalıklar, muz, lahana, ıspanak, karaciğer, ekmek, hamurişleri, taze ve kuru fasulye.

C VİTAMİNİ
Kemiklerin ve dişlerin gelişmesini sağlar. Büyümeye ve gelişmeye yardımcı olur. Kanı zehirlerden temizler. Tansiyonu düşürür. Kandaki şeker miktarını azaltır. Böbreküstü bezlerinin çalışmasını arttırarak erkeğin erkeklik gücünü sürdürmesini sağlar. Organizmayı grip, nezle gibi hastalıklara karşı dirençli kılar.

D VİTAMİNİ
Kemikleşmeyi sağlar. Kandaki fosfor ve kalsiyum miktarını yükseltir. Şu besinlerde bulunur: Sucuk, balık ve su ürünleri, tereyağı, peynir, istiridye, süt.

E VİTAMİNİ
Vücudumuz için hayati önem taşıyan E vitamini yağda eriyen vitamin türlerindendir. Iısıya ve yoğun pişirmeye karşı dayanıklı bir yapı sergiler. Göz sağlığı için hayati önem taşır. Retina gelişimi için önemli bir oynar. Katarak yapıcı etkilere karşı önemli bir koruyucu biridir. Vücuda alınan ağır metaller, zehirli bileşikler, radyasyon ve bazı ilaçların yarattığı toksinlere karşı koruma sağlar. Virüslerden kaynaklanan hastalıklara karşı vücudun direncini yükseltir. Bağışıklık sistemi için önemli vitaminlerden biridir. Yapılan araştırmalar E vitamininin yaşlanmaya bağlı hafıza kayıplarının önlenmesinde olumlu etkisi olduğunu kanıtlamıştır.
Ayrıca yaşlanmaya karşı koruyucu etkisi de bulunur. Toksin maddelerin vücutta yarattığı tahribatı da azalttığı ortaya çıkmıştır. Kırmızı kan hücrelerinin sağlıklı gelişimi ve çoğalması için gereklidir. Kalbe yararlı olan HDL kolesterol oranını yükseltip, zararlı olan LDL kolesterolünü azaltır. Kandaki kolesterol oranını dengeye sokar. Kaslar ve cilt sağlığı için de önemli bir vitamindir. Hava kirliliğinden dolayı akciğerde ve ağızda oluşan olumsuz etkiyi azaltır. Kalp krizine, kansere, Alzheimer’e, katarakta karşı koruyuculuğu olduğu üzerinde ciddi veriler toplansa da, henüz bu konudaki yararlan kanıtlanmamıştır. Buğday, pirinç, mısır, darı, çavdar, marul, soya, yerfıstığı, kabak çekirdeği, badem, susam, ceviz, zeytinyağı, ayçiçek yağı, mısırözü yağı, pamukyağı ve yeşil sebzelerde bol miktarda bulunur.

19 Aralık 2007 Çarşamba

KADININ ÇAĞLARI


Kadın, doğası gereği yaşamın başından sonuna kadar farklı evrelerden geçer. Bu evrelere damgasını vuran hormonal, bedensel ve ruhsal değişikliklere göre kadın hayatı birbirinden farklı özellikler taşıyan çeşitli dönemlere ayrılabilir.

Bir çağdan diğerine geçişin kimde hangi yaşta olacağını belirleyen en temel etken anne ve babadan alınan kalıtsal özellikler olmakla beraber yaşanan yer, beslenme özellikleri ve çeşitli alışkanlıklar (sigara kullanımı gibi) etkili olabilir.

Kadının çağları aşağıdaki şekilde bölümlenir:

* Çocukluk Çağı
* Puberte ve Ergenlik Çağı
* Üreme Çağı
* Menopoz Çağı

ÇOCUKLUK ÇAĞI
Çocukluk çağı doğumla başlar. Çocukluk Çağı kadınlık hormonlarının henüz etkin olmadığı, erkek ile kız çocuğu arasındaki bedensel ve ruhsal farklılıkların belirgin olmadığı ve üremenin henüz mümkün olmadığı zaman dilimini temsil eder.

Kız çocuğu yaşama ilk çığlığını attığında ortaya çıkan en önemli hormonal değişikliklerden biri, rahim içinde gebeliğe ait yapılar tarafından üretilen hormonların kanda hızlı bir şekilde azalmasıdır. Bu hızlı azalma bazı kız çocuklarında vajinadan az miktarda kan gelmesine neden olabilmektedir.

Yine kız çocuğunun rahim içi dönemdeyken, gebelikte üretilen yüksek miktarlarda östrojen hormonuna maruz kalmış olan meme dokusu bazı durumlarda görünüm olarak oldukça belirgin olabilir ve bazı kız çocuklarında doğum sonrası ilk günlerde meme başlarından süte benzer bir salgı olabilir.

Çocukluk çağının büyük kısmında kız çocuğunun bedenindeki "kadınlık hormonu" üretme mekanizmaları bir "suskunluk" içerisindedirler ve bu nedenle çocukluk çağının son yıllarına kadar nispeten yavaş bir boy uzaması ve buna paralel nispeten yavaş olan bedensel ve ruhsal gelişme dışında bir değişim olmaz.

PUBERTE VE ERGENLİK ÇAĞI (ADOLESANS)
Çocukluk çağının sonlarına doğru cinsel farklılaşmanın ilk belirtileri ortaya çıkmaya başlar: "Kadınlık hormonu" salgılarının yavaş yavaş artmaya başlamasıyla 9-10 yaşlarında meme dokusunda büyüme başlar, 10-11 yaşlarında önce genital bölgede takiben koltukaltı bölgesinde kıllanma ortaya çıkar.

11-12 yaşlarında boy uzama hızı belirgin olarak artar ve yıllık boy uzaması 8 santimetreyi bulabilir.

Menarş, yani ilk adet kanaması 11-15 yaşlar arası herhangi bir zamanda, ortalama olarak 12.5 yaşında ortaya çıkar.

İlk adet kanamasının ortaya çıktığı yaş kalıtsal özelliklerden etkilenir. Dünya genelinde yüzyıl öncesine göre ilk adet kanaması yaşı yaklaşık 4 yıl geri gelmiş durumdadır.

İlk adet kanamaları genellikle yalnızca östrojen hormonu etkisinde ortaya çıkan sıklıkla düzensiz kanamalardır. Yumurtlama henüz devreye girmediğinden kız çocuğu adet kanamasını beklenmedik zamanlarda görebilir.

İlk adet kanamasından ortalama 2 yıl sonra yumurtlama olayı da devreye girer ve adet kanamaları düzenli hale gelirler.

Hızlı boy uzaması genellikle ilk adet kamasından sonra yavaşlamaya başlar.

Bedensel, ruhsal ve cinsel olarak kadın yönünde farklılaşma ortalama olarak 18 yaşına kadar devam eder ve bu yaştan itibaren kadınsı özelliklerin tümü kazanılmış olur.

Özetlenecek olursa, kız çocuğunda meme dokusunun gelişmeye başlamasıyla puberte başlamış olarak kabul edilir. Puberte çağının ilk belirtileri bazı kız çocuklarında yapısal özelliklere bağlı olarak 13-14 yaşına kadar gecikebilir.

Ergenlik çağı, kadınsı özellikleri yaratacak olan hormonların salgılarının başladığı ve giderek kadın olma yönünde özelliklerin kazanıldığı bir zaman dilimidir. Erkek ve kız çocuğu arasındaki farklılıklar bu süre içerisinde giderek belirginleşir ve bedensel, ruhsal ve cinsel kimlik ortaya çıkmaya başlar. Gebe kalma bu dönemde ender olarak da olsa mümkün olabilir. Çocukluk çağından ergenlik çağına geçişin ilk belirtisi kişiden kişiye değişmekle beraber genellikle memelerin büyümesidir. Resimde meme dokusunun yaşla birlikte gelişimi ve süt salgı bezi ve kanallarının ortaya çıkışı gözlenmektedir.

ÜREME ÇAĞI
Üreme çağı kadınlığa özgü hormonal, bedensel, ruhsal ve cinsel tüm özelliklerin olgunlaştığı ve üreme, yani gebe kalarak bebek sahibi olma özelliğinin kazanıldığı ve sürdürüldüğü zaman dilimidir. Ergenlik çağından üreme çağına geçişi belirleyen sınır yumurtlama olayının devreye girmesidir.

MENOPOZ ÇAĞI
Menopoz (menapoz ve menepoz yanlış kelimelerdir) çağı üreme özelliğinin bittiği, kadınlığa özgü hormonal salgıların yavaşladığı ve adet kanamalarının kesildiği zaman dilimini temsil eder. Türk kadının ortalama menopoza girme yaşı 49 olarak kabul edilir.

İçerik Sağlayıcı:http://www.jinekoloji.net/
Dr. Kağan Kocatepe

18 Aralık 2007 Salı

Lenfoma


Lenfoma lenfositlerin oluşturduğu bir kanser tipidir. Lenf dokusunun habis tümörüne verilen genel bir isimdir. Kanser ya normal hücrelerin hızla çoğalması veya normal lenfositlere göre daha uzun süre yaşamaları ile oluşur. Malign lenfoid hücreler de normal lenfositler gibi lenf düğümü, dalak, kemik iliği, kan ve diğer organlarda çoğalır.
Lenfoma Hodgkin hastalığı ve Hodgkin dışı lenfoma adı altında iki büyük gruba ayrılır.

Hodgkin hastalığı(HH)nedir?
İlk kez tarif eden Thomas Hodgkin`in adı ile anılan hastalıktır. Hodgkin hastalığının nedeni kesin olarak bilinmemektedir. Her yaşta ortaya çıkabilmekle birlikte daha çok genç erişkinlerde görülür. Erkeklerde daha sık ortaya çıkar. Bulaşıcı bir hastalık değildir. Kombine kemoterapi ile şifa elde edilebilen ilk habis hastalıktır.

Hodgkin dışı lenfoma (HDL)nedir?
Bu başlık altında lenfatik sistemi etkileyen yakından ilişkili bir grup hastalık toplanır. Bu hastalık anormal B lenfositlerden kaynaklanan B hücreli lenfomalar ve anormal T lenfositlerden kaynaklanan T hücreli lenfomalar olarak 2 gruba ayrılır. B hücreli lenfomalar daha sık ortaya çıkar. Hastalık lenf düğümlerinde, dalak gibi lenfoid dokularda ortaya çıkabilir veya mide, barsak gibi organlardaki lenf dokusundan kaynaklanabilir. Malign lenfoid hücreler kan ve lenf dolaşımı aracılığı ile vücudun diğer kısımlarına da yayılabilir.
Son yıllarda HDL sıklığı artmaktadır, ancak bu artışın nedeni bilinmemektedir.

Lenfomanın nedeni nedir?
HH ve HDL nedeni kesin olarak bilinmeyen hastalıklardır. Bulaşıcı hastalık değildir. HDL gelişimini kolaylaştıran bazı risk faktörleri olduğu kabul edilmektedir. EBV ya da HTLV 1 gibi bazı virüslerle infekte kişilerde, immun yetmezlik durumlarında( HİV infeksiyonu, immun supressif tedavi uygulanan organ transplantasyonu yapılmış hastalar), ailede HDL anamnezi olan hastalar, bazı kimyasal maddelerle ilişkisi bulunanlarda sık görülür.

Lenfomada hastaların hangi şikayetleri olur?
İlk şikayet çoğu kez boyunda ortaya çıkan ağrısız bir şişliğin farkedilmesi şeklindedir. Hodgkin hastalığında bu şişlik özellikle solda köprücük kemiği üzerinde yerleşimlidir. Koltuk altı ve kasıktaki lenf düğümü bölgelerinde de büyüme olabilir.

Az sayıda hastada ise lenf düğümü büyümesinin yaygın olduğu görülür. Göğüs kafesi içinde ya da karın boşluğu içindeki lenf düğümlerinde de büyüme olabilir. Bunlar bası nedeni olacak büyük kitleler oluşturuyorsa nefes darlığı, yüzde ve boyunda şişme ya da karında şişlik, ele gelen kitle, karın ağrısı olması gibi şikayetlere yol açarlar. Fizik muayenede karaciğer ya da dalak büyüklüğü saptanabilir. Hastalık lenf düğümü dışındaki dokuları da tutabilir. Akciğer, karaciğer, kemik, kemik iliği tutulumu en sık lenf düğümü dışı tutulum yerleridir. Lenf düğümü dışı tutulum olması ekstranodal hastalık olarak adlandırılır.

Başlangıçta vakaların % 5- 10 unda ekstranodal tutulum olabilir. Hastaların bir kısmında lenfomaya bağlı olarak ortaya çıkan ve sistemik semptomlar olarak değerlendirilen bulgular olabilir. Bunlar ateş, gece terlemesi, son 6 ayda vücut ağırlığının % 10 undan fazla kilo kaybı olmasıdır. Ateşin nedeni bir infeksiyon değildir. Sistemik semptomlar bu hastalıklara özgü değildir.
Hodgkin hastalığında kaşıntı da olabilir. Hodgkin hastalığında hasta alkol alınınca büyümüş lenf düğümlerinde ağrı olduğunun ifade edebilir. Bademciklerin tutulumu Hodgkin dışı lenfomada daha sık olmaktadır. Lenfomalı hastaların az bir kısmında fizik muayenede büyümüş bir lenfadenomegali bulunmaz.

Lenfomada tanı nasıl konur?
Lenfoma tanısı koymak için mutlaka tutulmuş bölgeden biopsi yapmak gerekir. Kesin tanı histopatolojik inceleme ile konur. Bu nedenle lenf düğümü büyümesi olan hastalarda lenf düğümünün cerrahi olarak çıkarılması ve histopatolojik tetkikinin yapılması gereklidir. çıkarılacak lenf düğümü hekimin uygun gördüğü yerde ve tetkik için uygun büyüklükte olmalıdır. Tanı için gerekirse biopsi tekrar alınmalıdır.
Fizik muayenede lenf düğümü ele gelmeyen hastalarda göğüs boşluğu içinde ya da karın içinde büyümüş lenf düğümleri olduğu radyolojik tetkiklerle gösterilirse genel anestezi altında göğüs boşluğu ya da batın içine ulaşılarak lenf düğümü biopsisi yapılması gerekebilir.

Lenfoma tanısı konan her hastaya mutlaka hastalığın evresini belirlemek için kemik iliği biopsisi de yapılmalıdır. Hastalığın kemik iliği tutulumunun olup olmadığının belirlenmesi uygun tedavi şeklini kararlaştırmada yol göstericidir. Hastalığın yaygınlığını belirlemek için farklı muayene ve testlerin yapılması gereklidir. Klinik değerlendirme bir onkolog ( kanser tedavi eden hekim) veya hematolog ( kan hastalıklarını tedavi eden hekim) tarafından yapılmalıdır. Hastalığın hikayesi, fizik muayene bulguları, görüntüleme ve laboratuar bulguları değerlendirilerek remisyon veya iyileşme sağlayacak en iyi tedavi planlanmalıdır.

Hastalığın bulguları lenf düğümünde ağrısız büyüme olması, ateş, gece terlemesi, açıklanamayan kilo kaybı, kaşıntı olabilir. Hastalığın en sık bulgusu boyun ve koltuk altında ağrısız olarak büyümüş lenf düğümünün ele gelmesidir. Bazen ateş, terleme, kilo kaybı, kaşıntı şikayeti başvuru şikayetidir. Bu nonspesifik şikayetleri olan pek çok kişi lenfoma değildir. Ancak bir hekime başvurarak altta yatan nedeni ortaya koymak gereklidir. Lenfoma düşündüren bulgular varsa tam fizik muayene yapılmalıdır.
Bu muayenede boyun, koltuk altı ve kasıklarda büyümüş lenf düğümleri olup olmadığı muayene edilmeli, her hastada mutlaka bademcikler de muayene edilmelidir. Karın ve göğüs muayenesi yapılmalıdır. Eğer lenfoma şüphesi varsa tanıyı doğrulamak için bazı testlerin yapılması gerekir.Bu amaçla biopsi, kan testleri, görüntüleme, kemik iliği muayenesi, gerekirse sinir sistemi ile ilgili muayeneler yapılmalıdır.

Biopsi : Biopsi kanser şüphesi olan alandan doku parçası alınması işlemidir. Biopsiler ya lokal anestezi yapıldıktan sonra bir iğne ile küçük bir doku parçası alınarak yapılır. Ancak bu yöntemle bazen tanı için yeterli materyel alınamayabilir. Veya açık biyopsi (cerrahi biyopsi) yapılır. Lokal anestezi ile yapılabileceği gibi bazen genel anestezi yapılması da gerekebilir. Karın içinde bir patoloji varsa laparoskopi veya laparatomi denilen cerrahi yöntemlerle karın içindeki şüpheli bölgeden parça almak gerekir. çıkarılan doku örnekleri patolog tarafından değerlendirilir.

Görüntüleme: Anestezi gerektirmeyen çoğu kez ağrısız bir işlemdir. Direkt röntgen grafileri; boyun, toraks, batın ve/veya pelvis bilgisayarlı tomografi tetkiki (BT) çekilmelidir. Magnetik rezonans görüntüleme (MRİ) özellikle beyin ve omurilik tutulumu düşünülüyorsa planlanmalıdır. Lenfanjiogram çok sık kullanılmayan bir yöntem olup, lenfatik sistemin radyolojik olarak değerlendirilmesidir. Galyum scan radyoaktif galyumun bazı tümörlerde biriken bir madde olmasından yararlanılarak lenfomada kullanılan bir görüntüleme yöntemidir. Tedavi öncesi patolojik tutulum varsa tedavi sonrası galyum scan tekrarlanmalıdır. Tümörün ortadan kalktığını veya inaktif olduğunu gösterir.

Kan sayımı: Alyuvar, akyuvar ve kan pulcukları (trombosit) denen farklı kan hücrelerinin sayısının ve görünümünün değerlendirilmesi gerekir. Bu hücrelerde bir bozukluk olması bazen lenfomanın ilk bulgusu olabilir.

Biokimyasal tetkikler: Tümörün karaciğer, böbrek veya vücudun diğer kısımlarının tuttuğu göstermede bilgi verir.

Kemik iliği muayenesi: Kemik iliği kemiklerin içinde bulunan bir madde olup vücuttaki akyuvar, alyuvar ve kan pulcuklarının yapıldığı yerdir. Alyuvarlar dokulara oksijen taşınmasında rol oynar; akyuvarlar infeksiyondan korur; kan pulcukları ise kanamanın durdurulmasına yardım eder. Kemik iliğine yayılan ya da kemik iliğinden kaynaklanan lenfomada tanıya gitmek için kemik iliği değerlendirilmelidir. Lokal anestezi ile deri, derialtı dokusu ve kemik yüzeyi uyuşturulduktan sonra iğne kemik iliği içine girer. İşlem kalçadan yapılır. Hasta ilik materyeli çekilirken ağrı hissedebilir.

Santral sinir sistemi muayenesi: Lenfoma bazen sinir sistemine yayılabilir. Bu oluştuğu zaman omurilik ve beyinde bulunan beyin omurilik sıvısında anormallik olabilir, bu sıvıda kanser hücreleri saptanabilir. Bunu belirlemek için hekim bel bölgesinden ince bir iğne ile lomber ponksiyon yaparak beyin omurilik sıvısı almayı önerebilir. Az bir miktar sıvı bu inceleme için yeterlidir. Bu sıvının kimyasal yapısı ve hücre sayısı da değerlendirilir.Gerekli diğer testler: Ekokardiografi ve bazı radyonüklid testler kalb ve akciğer fonksiyonlarını değerlendirmek için gerekebilir.

Lenfomanın histopatolojik sınıflaması nasıl yapılır?
Lenfoma histopatolojik olarak önce Hodgkin hastalığı ve Hodgkin dışı lenfoma diye 2 ana gruba ayrılır. Biopsi yapılarak lenfomanın hangi tipte olduğu ortaya konabilir. Hodgkin hastalığı nodüler lenfositten baskın tip ve klasik Hodgkin hastalığı olarak iki gruba ayrılmakta, klasik Hodgkin hastalığı da alt grublarına ayrılmaktadır. HDL sınıflandırılmasında birkaç sistem vardır. Kullanılmakta olan 3 sistem şunlardır:

Working formülü (lenfomaları düşük, orta ve yüksek dereceli 3 ana grupta toplayan bir sistem olup bu sistemde hücrelerin mikroskopik görünümü ve klinik seyir gözönüne alınır), REAL klasifikasyonu (burada lenfomanın kaynaklandığı hücre tipine göre sınıflandırma yapılmaktadır), WHO klasifikasyonu ( en son kabul edilen sınıflama sistemidir).

Bir lenfomanın tümör büyümesinin hızlılığı açısından değerlendirilmesi tümörün derecesi (grade` i) olarak değerlendirilir. Bu sınıflandırma hem hastalığın ilerlemesi, hem de etkili tedavinin seçimi ile ilgilidir. Tümörün derecesi seçilecek tedaviyi belirlemede önemlidir. Düşük dereceli lenfomalar( sessiz seyirli) yavaş ilerler, acil tedavi çoğu kez gerekmez. Hastalar uzun süre iyi bir yaşam kalitesi ile yaşarlar. Ancak tedavi ile tam şifa nadirdir. Bazı vakalar zamanla daha agresif lenfoma tiplerine dönüşebilir, o zaman daha yoğun tedavi gerekir. Orta ve yüksek dereceli HDL agresif olarak adlandırılır. Bu tümörler hızla büyüyebilir ve tanıdan hemen sonra tedavi gerekir. Bu tümörler daha yoğun tedavi gerektirmesine rağmen yapılacak tedavi ile tam şifa elde edilebilir.

Lenfomada evreleme nasıl yapılır?
Evreleme vücutta tümörün yaygınlığını gösteren bir terimdir. Lenfoma dört klinik evreden birinde olabilir.
Evre I ve II lokalizedir, III ve IV ise ilerlemiş, yaygın hastalığı gösterir. Evrelemede A, B, E önemlidir. Tanı sırasında sistemik semptomların olması B, olmaması A olarak değerlendirilir.
Sistemik semptomlar ateş, gece terlemesi ve kilo kaybıdır. Hastalık lenf düğümünden bir organa yayıldığı zaman ya da hastalık lenfatik sistem dışında bir tek organı tuttuğu zaman E ifadesi kulanılır.
Ann Arbor evreleme sistemine göre hastalık I. Evrede ise karın zarının alt veya üstünde tek taraflı olmak üzere bir lenf düğümü bölgesinde hastalık mevcuttur. II. evrede hastalık yine tek taraflıdır, ancak karın zarının altında veya üstünde birden fazla lenf düğümü bölgesinde hastalık vardır. III. evrede ise karın zarının hem altında hem de üstündeki bölgelerde lenf düğümü tutulumu söz konusudur. Dalak tutulumu varsa bu hastalarda III. evrede kabul edilir. IV. evrede ise hastalık daha yaygındır ve lenf dokusu tutulumu dışında diğer doku ve organlarda hastalığa katılmıştır. Bunlar karaciğer, kemik,kemik iliği, deri, beyin, akciğer gibi organlar olabilir.

Lenfomada ne tür tedaviler kullanılır?
Lenfoma tedavisi radyoterapi ve kemoterapi ile yapılmalıdır. Lenfomada tedavi seçimi hastalığın evresine göre planlanacağı için evrelemenin doğru yapılması gereklidir. Histopatolojik olarak tanısı doğrulanan her hastaya uygun evreleme için göğüs, batın, pelvis bilgisayarlı tomografik tetkikleri ve kemik iliği biyopsisi yapılmalıdır. çok erken evre Hodgkin hastalığında evreleme amacı ile evreleme laparatomisi denilen bir ameliyat yapılarak karın içinde büyümüş lenf düğümü olup olmadığı araştırılmalıdır. Hodgkin hastalığında tedavi erken evrede radyoterapi yapılması şeklindedir. Hastalık daha ileri evrede ise kombine kemoterapi şemaları (ABVD, MOPP gibi) uygulanmalıdır.
Erken evrede uygun tedavi ile % 80 lere ulaşan şifa şansı ileri evrelerde de daha düşük bir oranda devam etmektedir. Hodgkin hastalığında hastanın yaşı, hastalığın histopatolojik tipi, hastalığın evresi, B semptomlarının varlığı tedavi başarısını etkileyen faktörlerdir. Hodgkin dışı lenfomada tedavi planı lenfomanın derecesi, hastalığın yaygınlığı gibi birçok faktöre göre yapılır. Agresif HDL lı hastaların % 30- 60 ında kombine kemoterapi ile şifa elde edilebilir. Hastalığın sessiz formlarında şifa elde edilememesine rağmen prognoz çok iyidir. Bu hastalar 20 yıl ve daha fazla yaşayabilirler. HDL tedavisinde kemoterapi, radyoterapi veya bu tedavilerin kombinasyonu kullanılmaktadır. Bazı sessiz lenfoma türlerinde bekle gör politikası uygundur. Hastalığa ait semptomu olmayan hastalar belirli aralıklarla fizik muayene ve laboratuar testleri , görüntüleme ile izlenir. Hastalık ilerleme gösterince tedaviye geçilir.

Agresif lenfomalarda ise kemoterapi uygulanır. Kemoterapi ilaç tedavisidir. İlaçlar kanser hücrelerini öldürür veya kanser büyümesini durdurur. Kemoterapi normal hücrelere de benzer etki yapar. Kemoterapi çoğu kez kombine kemoterapi şeklindedir. Kombine kemoterapilerle hem ilaçların tümör üzerine sinerjist etkisinden yararlanılır, hem de tek tek ilaçlar yerine kombine tedavide daha düşük dozda birkaç ilaç verilerek ilaçların doza bağlı yan etkisi azaltılmış olur. Kemoterapi rejimi belirli dozlarda , belirli bir sıra ile verilen antikanser ilaç kombinasyonudur. Tek doz kemoterapi ile az sayıda tümör hücresi öldürülmüş olur. Tüm kanser hücrelerini öldürmek için tedaviyi birkaç doz halinde vermek gerekir. Kür sayısı tümör büyümesine fırsat vermemek, dirençli kanser hücrelerinin gelişimini önlemek için gereken sıklıkta olmalıdır. Kemoterapi genellikle siklusler halinde verilir. Herbir tedaviyi birkaç haftalık ilaçsız istirahat dönemleri izler. Tedavi yapıldığı dönem ve tedavisiz dönem kemoterapi siklusu adını alır. Kemoterapi rejimine göre tedavi ağızdan ilaç vererek, damardan injeksiyon ile veya damardan serum takılarak intravenöz infüzyon tedavisi şeklinde yapılır. İntravenöz infüzyon tedavisi birkaç siklus halinde yapılacaksa kalıcı ya da geçici kateter takılabilir.

HDL sessiz seyirli ise evre I ve II de radyoterapi, evre III ve IV de bekle gör tedavisi, kemoterapi ( klorambusil, CHOP, fludarabin) veya monoklonal antikorlar gibi biyolojik tedaviler uygulanabilir. İntermediate ve agresif lenfomalarda ise evre I ve II de tam doz kemoterapi veya kemoterapi + radyoterapi yapılır. Standart tedavi CHOP dur. III veya IV. evrede kombine kemoterapi yapılır. Standart tedavi CHOP dur. Bazen HDL lı hastalar için kök hücre transplantasyonu ile birlikte yüksek doz kemoterapi yapılması gerekir. Kemik iliği kök hücre denen akyuvar, alyuvar ve kan pulcukları oluşturan, olgunlaşmamış bir hücre içerir. Bazen kanser hücrelerini öldürmek için yüksek doz radyoterapi veya kemoterapi gerekir. Bu tedavi ile normal kemik iliği de yıkılır. Sağlıklı kemik iliği elde etmek için bir vericinin kemik iliği veya kök hücreleri kullanılır. Nüks eden hastalarda lenfoma tipi ve nüks zamanına göre yeni tedavi planlanır. Tam düzeldikten sonra yeniden lenfomanın ortaya çıkmasına nüks denir. Bazen nüks etmiş hastalara da yoğun tedaviler yapılmasını izleyerek kemik iliği veya kök hücre nakli yapılması gerekebilir.

Kemoterapi dışı diğer tedaviler nelerdir?
Radyoterapi:
Radyasyon tedavi edilen alandaki kanser hücrelerini öldüren bir lokal tedavidir. Tedavi sınırlı bir bölgeye veya geniş alanlara verilebilir. Radyasyon ağrısızdır. Yorgunluk, iştah kaybı, boğazda tahriş, bulantı, öksürük, ağız kuruluğu, deri döküntüleri, saç dökülmesi radyoterapinin beklenen yan etkileridir.

Biolojik tedaviler:
İmmunoterapi dahil biyolojik tedaviler vücudun hastalıkla savaşabilme kapasitesinin kullanıldığı tedavi şekilleridir. Monoklonal antikorlar bir antijene karşı yapılmıştır. Kanser hücreleri belli antijenlere karşı yapılan monoklonal antikorlarla yok edilmektedir.
Radyoimmunoterapi ile monoklonal antikorlara radyoaktif molekül eklenerek direkt tümöre radyoterapi yapılabilmektedir. Radyoaktif molekül I 131 veya yitriyum 90 dır. İnterferon tedavisi de vücutta doğal olarak oluşan bir madde olan alfa interferonun direkt tümör hücreleri öldürebilme etkisinden yayrarlanılarak uygulanır. Yan etkileri gripal infeksiyon benzeri semptomlar ( ateş, zayıflık, kas ve eklem ağrıları) dır.

Lenfomada prognostik faktörler nelerdir?
Lenfomada tedavinin başarısını etkileyen faktörlere prognostik faktörler denir. HDL için yaşın 60 ın altında olması, genel durumun iyi olması, serum LDH düzeyinin yüksek olmaması, hastalığın erken evrede olması , ekstranodal hastalık olmaması iyi prognostik faktörlerdir.

www.thd.org.tr

15 Aralık 2007 Cumartesi

Kimler Kan Verebilir?

Donör: Kan bağışı yapan kişi.
Yaş: 18 yaşını doldurmuş her sağlıklı erişkin kan verebilir. Üst yaş sınırı yoktur.
Sıklık: Erkekler,en sık 2 ayda bir; kadınlar ise, en sık 3 ayda bir olmak üzere ve yılda toplam 4 üniteyi geçmemek koşuluyla kan verebilirler.
Vücut Ağırlığı: 50 kg'ın üzerinde olan herkes kan bağışı yapabilir.
Miktar: Bağışlanan kan standart olarak 450 mL'dir. İnsan vücudunda toplam 5000-6000 mL kan olduğu düşünülürse, bu miktar, toplam kan hacminin sadece % 7,5-9' u kadardır.

Kan bağışını takiben, eksilen sıvı hacmi, damar dışındaki sıvının, damar içine geçmesiyle saatler içerisinde karşılanır. Hücrelerin yenilenmesi süreci ise, 2 ay kadardır. Düzenli aralıklarla yapılan kan bağışının sağlık açısından herhangi bir sakıncası olmadığı gibi, aksine bir çok yararı mevcuttur.

Anemi: Kansızlık, elbetteki kan bağışı için engeldir. Günlük yaşamın olağan sayılabilecek ve çoğunlukla psikolojik kaynaklı olan halsizlik, bitkinlik gibi durumlar, anemi olarak algılanmamalıdır. Anemi tanısı, kan testleriyle yapılmaktadır. Kan bağışı için kriter hemoglobin değeridir. Bu değer, Erkeklerde 13,5 g/dL'nin; Kadınlarda ise, 12,5 g/dL'nin üzerinde ise, kan bağışı yapabilirsiniz. Kan merkezlerinde, hemoglobin tayini yapılmakta ve uygunsanız kan alınmaktadır.

Saklama: Kanın saklanma süresi, torba içindeki antikoagülan solüsyonun niteliğine bağlıdır. Bugün kullanılmakta olan torbalarda bu süre 35-42 gün kadardır ve bu süre, kanın tüketimi için fazlasıyla yeterli bir depolama süresidir.

Sterilite: Kan torbaları, tek kullanımlık ve steril olarak imal edilmektedir. Bu sebeple, kan bağışı sırasında donöre herhangi bir hastalık bulaştırılması söz konusu değildir.

Yan Etki: Kan bağışının, kilo aldırma, zayıflatma, halsiz bırakma, kaşıntı ve bağımlılık gibi yan etkileri yoktur.

İlaç Kullanımı: Almış olduğunuz ilaçlar, kanınıza geçmektedir. Bu ilaçlardan bazıları kan bağışı yapmaya engeldirler. Kan bağışından önce, eğer sağlığınız açısından mecbur değilseniz, ilaç almayınız. Almak durumundaysanız, kan verip veremeyeceğinizi kan merkezi doktorlarımıza danışabilirsiniz.

Aspirin kullanımı: Kan bağışına engel değildir. Sadece, trombosit amaçlı kal alımında veya tromboferezde dikkat edilmelidir.Tegison (Sedef hastalığında kullanılan bir ilaç) kullananlar, ilacı kestikten 3 yıl sonra kan verebilir.Accutan veya benzeri retinoik asit türevi ilaçları kullananlar, ilacı bıraktıktan 4 hafta sonra donör olabilir.Faktör konsantresi kullananlar, donör olamazlar.

Tansiyon: Sistolik kan basıncı 180 mmHg'yı, diastolik kan basıncı ise, 100 mmHg'yı aşmamalıdır.Hastalıklar: Yine bazı hastalıklar da ilaçlar gibi kan bağışına sürekli veya belli bir dönem için engel oluşturmaktadır.
Bu hastalıklara ilişkin bazı bilgiler aşağıda belirtilmiştir.

Hepatit B (Hiçbir zaman kan veremezler)
Hepatit C (Hiçbir zaman kan veremezler)
AIDS (Hiçbir zaman kan veremezler)
Sıtma (Tedavinin sağlanmasından 3 yıl sonradan itibaren kan verebilirler)
Frengi geçiren hastalar, iyileşmeden 1 yıl sonra kan verebilirler.
Creutzfeldt-Jacob hastalığı olanlar, hiçbir zaman kan veremez.
Chagas Hastalığı ( Alınan kan sadece fraksinasyon amaçlı kullanılabilir)
Tüberküloz (Tedavinin sağlanmasından 5 yıl sonra kan verebilirler)
Diabet (İlaç kullanmayan veya ilaç kullandığı halde, kan şekeri regüle edilmiş olanlar kan verebilir)
Anemi (Anemi teşhisi konmuş kişiler kan bağışçısı olamazlar)
Gebeler kan veremez. Doğum veya gebeliğin sonlan(dırıl)masından 6 hafta sonra kan verebilirler.
Koroner kalp hastalığı, angina pektoris, ciddi kardiyak aritmi, serebrovasküler hastalıklar, arteriyal tromboz veya rekküren venöz trombozu olan kişiler kan veremezler.
Allerji ( Astım hastaları kan veremez. Polen allerjisi olanlar ise, sadece allerjileri oldukları dönemde kan bağışlayamazlar)
Otoimmün hastalığı olanlar kan veremezler.
Kanama diatezi (Kanama eğilimi) olanlar ömür boyu kan veremezler.
Bronşit (Belirtisi olan kronik bronşit hastaları kan veremez)
Kronik nefrit ve pyelonefritli hastalar kan veremez. Akut glomerulonefrit geçirmiş olanlar ise, iyileşmeden 5 yıl sonra bağış yapabilir.
Malign (Habis) hastalığı olanlar, donör olarak kabul edilmezler.
Brusella almış olanlar, tam iyileşmeyi takiben iki sene sonra kan bağışçısı olabilirler.
Epilepsi hastaları, kan veremezler.
Osteomyelit geçirmiş hastalar, tam düzelmeden 5 yıl sonra kan verebilirler.
Cerrahi: Büyük ameliyatlardan sonra 6 ay boyunca kan bağışı alınmaz. Mide rezeksiyonu geçirenler ise, hiçbir zaman donör olamazlar.
Transfüzyon: Kan veya kan ürünü alan donörler, 1 yıl boyunca kan veremezler.
Attenüe virus aşısı yapılmış olanlar 3 hafta kan veremez.( Su çiçeği, sarı humma, kızamık, kızamıkçık, oral polio, kabakulak)
Ölü bakteri aşısı olanlar, 5 gün donör olamazlar.( Kolera, tifo, antrax)
İnaktif virus aşısı ve toxoid alanlar ise 3 gün kan veremezler ( Polio-injeksiyon, influenza, rabies, difteri, tetanoz)

14 Aralık 2007 Cuma

KABAKULAK


Kabakulak,damlacık enfeksiyonu ile insandan insana bulaşmakta ve ateş,baş ağrısı,kulak ağrısı şeklinde belirtiler veren ve kulak memesi hizasında yanaklarda tek veya çift taraflı şişliğe neden olan tükürük bezlerinin iltihabıdır. Hastalık yapan kabakulak virüsü,vücuda girdikten sonra kan yoluyla yayılmakta ve ayrıca pankreasın iltihaplanmasına ,beyin ve omuriliği saran zarların iltihaplanmasına (menenjit) ,erkek ve kadınlarda yumurtalıkları iltihaplanmalarına da neden olabilmekte ve sağırlık,kısırlık gibi kalıcı hasarlara yol açabilmektedir.

Kabakulak Aşısı
Hastalık yapan bu üç virüsün zayıflatılması ve hastalık yapıcı etkilerinin ortadan kaldırılması yoluyla geliştirilen üçlü kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı,yıllardır tüm dünyada güvenle kullanılmaktadır. Bebekler anne karnındayken annenin bu hastalıklara karşı oluşturduğu bağışıklık cisimciklerini ( antikorlar) almakta ve bu şekilde yaşamın ilk aylarında doğal olarak korunmaktadırlar.

Ancak,anneden geçen bu antikorların yavaş yavaş ortadan kalkması nedeniyle bebekler 9. Aydan itibaren korunmasız olarak kalabilmektedir. Bu nedenle tüm bebeklerin 9. Aydan itibaren mutlaka bir doz kızamık aşısı almaları gerekmektedir.

Kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı, eğer bebeğe 9. Ayda kızamık aşısı yapılmadıysa 12. Aydan itibaren uygulanmalıdır. Fakat 9. Ayda kızamık aşısı uygulanmışsa kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısının yapılma zamanı 15. Ay olmalıdır. Kızamık. Kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı olan bebeklerde ,nadiren aşıdan 5 ile 12 gün sonra hafif ateş ve bazı hafif deri döküntüleri olabilmekte ve bu belirtiler tedaviye gerek kalmadan 1-2 günde kendiliğinden iyileşmektedir. Bu bebeklere doktor tavsiyesiyle bir iki gün süreyle ateş düşürücü şurup ya da fitil verilebilir . Kızamık. Kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı ,bu hastalıklardan herhangi birini geçirmemiş erişkinlere de uygulanabilir. Aşı yapılacak kişinin örneğin önceden kabakulak geçirmiş olması,bu üçlü karma aşının yapılmasını engelleyici bir neden değildir. Sadece hamilelere uygulanmaması gerekir.

"Ah şu beynimiz! Gözardı edilen tıbbi gerçekler"


"Ah şu beynimiz! Gözardı edilen tıbbi gerçekler"de bilimsel veriler ışığında neden ve nasıl hasta olunduğunu, beynin hastalıklar üzerine etkisini, değişmesi gereken tedavi anlayışını ve yeni tedavi yöntemlerini her okurun anlayacağı bir biçimde anlatmaya çalışıyor.

Neden hasta oluyoruz? Bu sorunun yanıtını bulabilirsek sağlığımızı koruma ve hastalıkları tedavi etme yolunda başarı sağlayabiliriz.
Doğal ortamda yaşayan hayvanlarda şeker, kalp, yüksek tansiyon, kanser gibi pek çok hastalık gözlenmiyor. Oysaki insan ve hayvanların vücut yapı ve çalışma biçimleri tamamen aynı. Doğal ortamda yaşayan hayvanlardan ayrılan özelliklerimizi ortaya koyarak "Neden hasta oluyoruz?" sorusuna yanıt bulabiliriz.

Kitabın maddeler halinde özeti:
Beyin ön bölge çalışmasıyla akıl ve kişilik özellikleri ortaya çıkar.
Beyin ön bölgesi hipotalamus aracılığıyla vücudu yönetir.
Beyin ön bölgesinde oluşan değişik çalışma dereceleri (duyarlılık) insanlarda görülen kişilik özelliklerinin çeşitliliğini sağlar.
Beyin ön bölge duyarlılığı stres, kafa darbesi, şeker ve hamur işi ağırlıklı beslenme alışkanlıkları ile artar.
Beyin ön bölge duyarlılığında artış olması ile vücudun yönetimi bozulur (Allostaz).
Şeker ve hamurişi ağırlıklı beslenme allostazı ayrıca arttırır.
Allostaz durdurulamaz ise hastalıklar ortaya çıkar.
Beyin ön bölge duyarlılığında artış, doğrudan ve allostaz etkisi ile dolaylı olarak, nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların da oluşmasını sağlar.
Tedaviler, artmış olan beyin ön bölge duyarlılığını ve allostaz sistemini azaltmak üzerine kurulmalıdır.
Güncel ilaç tedavileri bu iki durum üzerine etkili değildir.
Tedaviler, adaptojen (uyum sağlayıcı) maddeler ve yaşam tarzı düzenlenmesi üzerine kurulmalıdır.
QEEG (beyin haritalama yöntemi) beyin çalışmasının artan duyarlılık özelliklerini göstermesi açısından diğer tanı yöntemlerinden üstündür.
Nöroterapi, beyin çalışmasıyla ilgili artmış olan duyarlılıkları azaltıcı etkisiyle, ümit veren bir tedavi yöntemidir.

Dr. Güçlü Ildız kimdir?
1965 yılında, babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Samsun'da doğmuşum. 1968 yılından sonraki yaşantımın aralıklı olarak toplam 25 yılı Adana'da geçti. 1982 Adana Borsa Lisesi'nden mezun oldum. 1983 İTÜ Kimya Mühendisliği, 1984 ODTÜ Kimya Mühendisliği bölümlerinde okudum. 1985 yılında girdiğim Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden 1992'de mezun oldum. Ardından 1 yıl süreyle Çankırı'da mecburi hizmetimi yaptım. 1998 yılında SB Ankara Hastanesi'nden nöroloji uzmanlığımı aldım. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji bölümünde, Prof.Dr Erhan Bilir gözetiminde 3 ay uzun süreli, monitorizasyonlu EEG konusunda çalışmalarım oldu. Psikiyatri rotasyonumu 5 ay süre ile Ankara Numune Hastanesi'nde yaptım. Kısa dönem bedelli askerlik görevim ardından Marmaris Devlet Hastanesi'nde 3 yıl çalıştım. 2000 yılında istifa edip Antalya'da bir özel hastanede 1 yıl çalıştım. Ardından tekrar Sağlık Bakanlığı'na başvurdum. 2003 yılında Elazığ Devlet Hastanesi'ndeki görevimden, özel nöroloji ve psikiyatri dal merkezi kurmak için 2. kez istifa ettim.

Nöroterapiyle 2006 yılına kadar teorik olarak çalıştım. Aynı yıl, Elazığ'dan ayrılarak, İstanbul'da nöroterapi uygulamaları yapan bir klinikte 4 ay görev yaptım. Ardından aralıklı olarak Hollanda ve İngiltere'de bulunan nöroterapi kliniklerinde, toplam 4 ay süreli gözlemci ve uygulayıcı olarak çalıştım. İstanbul’da bir özel hastanede kısa süreli çalışmanın ardından, halen İstanbul Osmanbey'de bulunan muayenehanemde hastalarımı görmeyi sürdürüyorum.Evli, 2 çocuk babasıyım.

Bademcik


Bademcik rahatsızlığı, genellikle streptokok tipi bakterinin ya da bir virüsün sebep olduğu, had safhada bir bademcik iltihaplanmasıdır. Boğazın gerisinde yer alan ve bakterilerin vücuda girmesini engelleyerek onlarla mücadele eden ve böylece şişerek solunum yolunu kapatan bademcikler vücudun ilk koruma hattını oluşturur. Bu sırada iltihaplanan bademcikler boğaz ağrısı, ateş ve bezlerin şişmesine neden olurlar. Bu iltihaplanmadan burnun gerisinde yer alan adenoidler de etkilenir.

Bir yaşından küçük bebeklerin bademciklerinden rahatsızlanmaları pek enderdir. Bademcik iltihabına daha çok bademcik ve adenoidleri büyümüş olan ve mikrobik bir ortama yeni giren öğrencilerde rastlanır, iltihaba karşı direnç zamanla artıp adenoidler küçüldüğünden bademcik rahatsızlıkları da azalır. Çocuklar bademcik hastalığından çoklukla on yaş civarında kurtulur.

Ne kadar önemlidir?

Sağırlığa neden olabilen orta kulak iltihabı ile birlikte olmadıkça önemli değildir, istisnai olarak nefrit ve mafsal romatizması gibi olumsuz gelişmeler görülebilir.

Muhtemel belirtiler:
Boğaz ağrısı, yutkunma güçlüğü yaratacak ölçüde olabilir.
Kırmızı ve büyük bademcikler, sarı lekelerle kaplı olabilir.
38 derecenin üzerinde ateş görülebilir.
Boynunda şişmiş bezler olabilir
Adenoidler de etkilenmiş ise ağızdan nefes alma, horlama ve genizden konuşma duyulabilir.
Ağız kokusu hissedilebilir.

İlk önlemler
Çocuğunuz boğaz ağrısından şikayet ediyorsa ve yutkunmasında bir zorluk farkederseniz iyi bir ışıkta başını geride tutarak ve temiz bir kaşığın sapı ile diline yavaşça bastırarak boğazını incelerken "aaa" sesini çıkarmasını isteyin. Bu hareket sonucu boğazı açılacak, size bir iki saniye içinde bademciklerin kızarmış, büyümüş veya sarı lekelerle kaplanmış olup olmadığını görme imkanını sağlayacaktır.

Çocuğunuzun ateşini ölçün.

Çocuğunuzun boynunun alt yanlarında ve çene altında parmaklarınızı gezdirerek bezlerinin şişip şişmediğini kontrol edin. Şişmiş bezler deri altında büyük bezelye şeklinde elinize gelir.

Çocuğunuzun yaşı uygunsa, kulak ağrısı var mı diye sorun. Çocuğunuz küçükse kulaklağından birini oğuşturup çekiştiriyor mu diye bakın. Kulakta herhangi bir akıntı olup olmadığım kontrol edin.

Boğazını rahatlatmak için bol bol serin meşrubat içirin.

Doktora başvurmalı mısınız?

Bademcik iltihabından şüphelendiğiniz anda derhal doktoru arayın.

Doktor ne yapacaktır?

Doktor, iltihaba sebep olan mikrobu laboratuvarda araştırmak üzere, çocuğunuzun boğazından kültür alabilir. Bakteriyel bir iltihaptan şüphelendiği takdirde antibiyotikli bir ilaç verebilir. Bir virüs iltihaplanması durumunda ise verilebilecek bir ilaç yoktur. Doktor herhangi bir kulak iltihabı olup olmadığını görmek üzere çocuğunuzun kulaklarını inceler, iltihap bulduğu taktirde antibiyotik verir. Çocuğunuz çok sık bademciklerinden rahatsızlanıyor veya büyümüş olan adenoidleri devamlı olarak orta kulak iltihabına sebep oluyorsa, bademcik ve adenoidlerin ameliyatı konusunda karar vermek üzere doktora danışmanız gerekebilir.

Bu kararın alınmasında göz önünde bulundurulması gereken unsurlar şunlardır:
Dört yaşından küçük çocuklarda bu ameliyat çok seyrek yapılır.
Bademcik rahatsızlığının başlangıcı, çocuğunuzun bademcik iltihaplanması ve kulak ağrılarının ne zamandan beri tekrarlandığı önemli unsurlardır. Doktorların çoğu ameliyat kararı almadan iki yıl beklemeyi uygun görürler.

Rahatsızlık, çocuğun okula gitmesine mani olarak eğitimini etkileyecek ya da rahat yatmamasından dolayı sıhhatini bozacak sıklıkta olduğu takdirde, bademcik ameliyatı tavsiye olunur.

Ne yapılabilir?

Çocuğunuza ateşli olduğu zamanki tedaviyi uygulayın. Yatak istirahati şart olmamakla beraber, ılık bir odada olmalıdır. Muntazam bir şekilde içecek şeyler vererek vücuduna sıvı girişini çoğaltin. Çocuğunuz yutma güçlüğü çekiyorsa, gıdasını daha sulu bir şekle dönüştürün, ancak yemeğe zorlamayın. Kendisine en çok sevdiği ve özellikle yoğurt veya muhallebi gibi boğazından rahatça kayacak şeyleri verin. Gargaranın, iltihabı boğazdan orta kulağa taşıdığı meydana çıkmış olduğundan, çocuğunuz boğazı ağrıdığında ona gargara yaptırmayın.

11 Aralık 2007 Salı

Demir Eksikliği Anemisi

Demir eksikliği anemisi nedir?
Demir eksikliği anemisi kanda hemoglobin düzeyinin normal değerlerden daha az olması durumunda ortaya çıkar. Hemoglobin, vücut hücrelerine oksijenin taşınmasını sağlayan kan hücrelerinde bulunan bir proteindir.

Neden ortaya çıkar?
Demir eksikliği anemisi, diyetinizde yeterli demir olmadığında ortaya çıkar. Bedendeki bütün hücreler için çok önemli bir mineraldir. Demir, hemoglobin yapımında gerekli olduğu için, özellikle kan hücrelerini için çok önemlidir. Ayrıca bedendeki bazı kimyasal işlemler için de gereklidir.

Demir eksikliği anemisinin nedenleri:
• Diyette yeterli demir bulunmaması
• Sindirim sisteminde bulunan bir probleme bağlı olarak yeterli düzeyde demir emiliminin olmaması
• Kan kaybı (yaralanmalarda veya menstruasyon döneminde veya bedeninizde meydana gelen gizli bir kanamada görülür).

Yaşları 11 ile 50 arasında olan kadınların günde 18 mg demire ihtiyacı vardır. 50 yaşın üzerindeki kadınların ise günde 10 mg demir alması gerekir. Menstruasyon gören kadınların yaşlı kadınlara göre iki kat fazla demir alması gerekir, çünkü menstruasyon esnasında kan kaybı meydana gelir. Hamile kadınların bebeklerinin gelişimi için ekstra demire ihtiyacı vardır. Bu nedenle hamilelikte demir içeren tabletler önerilmektedir.

Semptomları nelerdir?
Semptomlar:
• Yorgunluk ve enerji azlığı
• Başağrıları
• Ağızda veya dilde acı
• Tırnakların kırılgan olması
• Nefes darlığı
• Solgun cilt, dişeti ve tırnaklar
• Göğüste ağrı

Nasıl teşhis edilir?
Doktorunuz, semptomlardan ve tıbbi geçmişinizden anemi teşhisi koyabilir. Bir kan testiyle de teşhis doğrulanabilir. Muhtemel bir kan kaybına bağlı olarak, doktorunuz dışkı analizi yapabilir veya x-ışınıyla bağırsaklarınızı inceleyebilir.

Nasıl tedavi edilir?
Demir tabletleri, bedeninizde demir depolanmasına yardımcı olur. Ancak, dengeli bir beslenme için, yeme alışkanlıklarınızı gözden geçirmelisiniz. Doktorunuz, sağlıklı bir diyet tavsiyesi için bir beslenme uzmanı önerebilir.
Eğer bir kanama probleminiz varsa, özel bir tedaviye ihtiyacınız vardır.

Et, balık, ve kümes hayvanları demir için çok iyi kaynaklardır. Demir, ayrıca karaciğerde, yumurtada, yeşil lifli sebzelerde, fındıkta, fıstıkta, fasulyelerde ve bütün tahıl ürünlerinde bulunur. Dengeli bir diyet, günlük ihtiyacınız olan demiri almanızı sağlayacaktır.

Nelere dikkat etmeliyim?
• Doktorunuzun veya beslenme uzmanınızın önerilerini dikkate almalısınız.
• Dengeli ve çeşitli bir diyet takip etmelisiniz. Günde en az üç öğün yemek yemelisiniz.
• Eğer her zaman yorgun hissediyorsanız veya demir eksikliği anemisi semptomları varsa, uzman bir doktorla görüşmelisiniz.

www.realage.com.tr

3 Aralık 2007 Pazartesi

Ailesiyle mi Evlendiniz?

Karşılıklı pek bir sevgi, sempati ve saygı yaşarlar. Görünüşte her şey yolundadır. Örf, adet ve usullere uygun davranılır; varsa bazı pürüzler pek göze batmaz; her iki tarafın da aileleri karşılıklı çok dikkatlidirler.
Genelde, bilhassa gençlere önem verilir; aileler birbirlerini sevmeseler de katlanırlar; ne de olsa gençler es Karşılıklı pek bir sevgi, sempati ve saygı yaşarlar.
Görünüşte her şey yolundadır. Örf, adet ve usullere uygun davranılır; varsa bazı pürüzler pek göze batmaz; her iki tarafın da aileleri karşılıklı çok dikkatlidirler.
Genelde, bilhassa gençlere önem verilir; aileler birbirlerini sevmeseler de katlanırlar; ne de olsa gençler esastır; onlar iyi ise mesele yoktur! Zamanla, hatta düğünden itibaren problemler başlar. Verilen hediyeler; gelen altınlar; düğün masrafları; çağrılan misafirler; takılan takılar; alınan eşyalar, kim ne istedi ne aldı meseleleri.
Derken düğün ertesi, varsa balayı, yalnız kalamamak, el öpme mecburiyetleri ve daha neler neler. Genç çift, daha başından, ben sen derdine düşen anne ve babalar için uğraşmaktan, mutluluklarını tam yaşayamazlar.

Baskılar artıyor
Zamanla tarafların da baskıları ile; geldin gittin; oturdun kalktın; surat astın, konuşmadın; şöyle dedi böyle dedi; neticede onlar da havaya girer ve taraf tutarlar. Bu sefer de ''senin annen'', ''benim annem'' tarzında ağız dalaşına başlarlar. Buradan itibaren muhtelif şekillerde anne, babaların evliliğe yaptıkları çeşitli etkilere bakalım. Yeni evli genç kadın bu baskılara dayanamaz, baba evine dönmek ister ama ne mümkün!
Ailesi hemen "Olmaz, sen artık bu evden çıktın; ayrılmak yok" der. Şimdi ne olacak? Ailesi adetlere göre hayır der; yeni ailesi bunaltır; kocası anlamaz; derken bir de çocuk gelir. Bu sefer zaten inleyen ilişkiler; hamilelik sıkıntıları, alınganlıkları; doğum ve loğusalık psikozları eşliğinde daha da berbatlaşır. Hele bazı yerlerdeki inanışlardaki gibi bu zor anlarda, kız tarafı değil de erkek tarafı aktifse, genç anne cidden kendini yapayalnız hisseder.
Sonraki yıllar maalesef, çilekeş bir kadın; problemli bir evlilik; kaynana baskısı; bir sürü yavrucak şeklinde geçer. Terapiste gelindiği zaman, kişileri tanıma aşamasında; bize getirilen sorunlar hep bu günlere dayanır. Erkekler aile töreleri, adetleri icabı karşı gelemez; karısını koruyamaz, ya da cidden, gönülden kendisi de böyle düşünür. Ve eşini de itaate zorlar, baskı uygular. Veyahut annesine "aşıktır", onun her dediği mutlaka dinlenir; anneye inanır ve karısını dik başlı , inatçı, kıskanç, cahil bulur. Haydi, yine münakaşalar, küfürler ve belki de ev içi şiddet.

Diyelim ki bir de tersi olsun. Yani; karısını seven, onu haklı bulan ama çaresizce arada kalan bir erkek olsun. Bu sefer de ailesi ile karısı arasında mutsuz bir adam. Annesinden "karı köylü" "kılıbık", karısından da "pısırık" "salak" lafları duyan bir genç ne yapacaktır. Tabii ki huysuz, aksi veya biçare ama en önemlisi mutsuz olacaktır. Bu da yine evliliğe yansıyacak, iki tarafa da yaranamayacaktır. Çocukları varsa, babaanne annelerine, anneleri babaanneye küfrettikçe onlar da şaşkın ortada kalacaklardır; sessiz kalan babalarına olan saygıları azalacaktır. Tabii aynı şeyler kız tarafı için de düşünülebilir. Ancak çoğunlukla kızlarının saadeti için, anneler babalar damatlara kızsalar dahi, pek yüz göz olmamayı tercih ederler. Evini terk edip baba ocağına sığınan kızlarını, belki damada karşı, korumak ya da kavgalara müdahale etmek haricinde, hadiselere pek karışmak istemezler. ''Ne de olsa karı kocalar'' der; ancak fiziksel bir hadisede, kadının erkek kardeşi, babası vs.; damadı döverek, söverek kovabilirler. Ancak ne yazık ki, gazetelerde gördüğümüz bir sürü trajediler de böyle başlamaktadır.

Biraz da tam tersi; aşırı seven, veren, koruyan, gözeten anne ve babaların evliliğe yaptığı etkilerden söz edelim. Eğer erkek tarafı ise böylesine veren taraf, genelde pek memnun kalınır. Ama karşılığında, özel hayatlarına müdahale ediliyor; şahsiyetlerini kaybediyor; her şeylerine karışılıyor; veya durmadan verilenler yüzlerine vuruluyorsa?
İşte, size yine evlilik için problemler. Eğer kadın tarafı ise böylesine verici olan, hediyelere boğan, her an ellerinde bir şeylerle eve gelen, sürprizler yapan, alınan her şeyi onlara da aktaran. Bu sefer de erkekte problem başlar. "Niye veriyorlar, ben sana alamıyor muyum?" vs. tarzında bir sürü itiraz. Zavallı kadıncağız, devamlı veren anne babasına teşekkür mü etsin; yoksa kadirşinas olmayan bir evlat gibi hayır mı desin; ya da şımarık bir ifade ile hiç teşekkür etmesin mi, ne yapsın bilemez. Eğer vakitli vakitsiz eve damlayan anne baba, bir de onların kavgalarına rast gelip her şeye karışmaya veya ara bulmaya başlarsa, ayıkla pirincin taşını. Yeni evlilerin aralarını bulmayı, iç işlerine karışmak kabul eden genç adam, acısını karısından çıkarır. Arada kalan genç kadın, kocasını nadan bulur incinir, taraf tutar ve böylece "sizler" tabiri altında, ailesine yapılan bütün hakaretleri göğüsler.

Göz yummayın
Bu misaller uzarda uzar. Hatta, sonraki yıllarda bile, evliliklerde yankı bulur. O günlere dayanan hakaretler, her kavgada temcit pilavı gibi, ısıtılır ısıtılır konur. Bunlardan bıkan taraf uzaklaşmaya; başka sahalara göz atmaya; belki de yeni ufuklara açılmaya başlar. Evliliklerde, karı kocanın birbirini anlaması, yardım etmesi, arka çıkması ve aralarından kağıt bile geçmeyecek şekilde sımsıkı sarılmaları lazımdır. Öyle ki, bazen danışıklı dönüşüklü bir şekilde anne babaları idare etmeleri; her zaman birlikte olmaları; anne babalar önünde, onları tahrik edecek davranışlardan kaçınmaları (çok iç içe olmak, sarmaş dolaş gezmek), şahsiyetlerinden ödün vermeden sevgi ve saygılarını esirgememek gerektir.

İyi niyetin fazlası
Ne yazıktır ki, genelde küçüklerin büyüklerin suyuna gitmesini ve olgunluk göstermesini beklemekteyiz. Zamanında kendileri de aynı yollardan geçmiş olmalarına rağmen kaynanalık yapabilmekte ve eşlerini de kendilerine arka çıkmaya zorlamaktadırlar. Anne şefkati, anne sevgisi vs. derken "elin kızına", "geline" diş bileyip, kendilerinin önde gelmesini talep etmektedirler. Evli çiftlerin, anne ve babalarına değer vermekle birlikte, kendi evliliklerini daha ön plana almaları gerekir. Aralarında, ailelerinin sorunlarını konuşup, bunu birbirlerine aşkla yedirmeleri ve sindirmeleri esastır. Çok vahim durumlarda psikolojik yardım alıp, anne ve baba baskısında kurtulmayı deneyebilirler. Bu baskı, iyi niyetle, sevgi ve şefkatle bile yapılmış olsa; her ailenin kendi halinde kararları alabilmesi lazımdır. Yine de unutmayalım ki; evlilik zaten iki ayrı insanın birlikteliği olarak bile güç bir müessesedir. Buna birdenbire tanımadığınız "yabancı" anne babaları ekleyip, problemlerimizi arttırmayalım.

2 Aralık 2007 Pazar

Bağışıklık Sistemi


Vücudumuzun içinde bağışıklık sistemi adı verilen şaşırtıcı ve bir o kadar da ilginç savunma mekanizması vardır. Bağışıklık sistemi insanoğlunu "mikrop" diye tanımlanan, enfeksiyona yol açabilen virus, bakteri, mantar ve parazit gibi mikrororganizmaların zarar verici etkilerine karşı korur. İnsan vücudu çevresinde bulunan çok sayıdaki mikrobun saldırısına uğrar ve bu organizmalar vücudumuza girebilmek için uğraş verir. Sağlıklı bir vücut; karşılaştığı hastalık etkenleriyle ve yabancı maddelerle çoğunlukla "çaktırmadan" başeder. Mikroplarla başedemediğimiz durumlarda da "hasta" oluruz. Bağışıklık sisteminin görevi de; öncelikle bu organizmaların vücuda girmelerini engellemek veya girer ise vücuda girdikleri yerde yutmak, yayılmalarını engellemek ya da geciktirmektir. Bağışıklık sistemi bu görevlerini, yaşam süresi boyunca sürdürür ancak bazı koşullarda bağışıklık sistemi zayıflar.
Bağışıklık Sistemimiz Neden Güçsüz Kalır?

Stres:

Kişinin tehdit ve baskı unsurları karşısında duyduğu endişe ve gerginlik olarak tanımlanabilen stres fiziksel ve duygusal olarak iki ana başlıkta toplanabilir.

iziksel strese neden olan etkenler ise;

UV ışınları
Kötü beslenme
Alkol
Uykusuzluk

Stres iki şekilde de organizma için zararlıdır. İkisinin de birbirine dönüşümü mümkündür.

Stres belirli bir düzeyi aştığı zaman vücutta belli başlı bazı hormonal sistemleri bunun yanında da bağışıklık sistemini zayıflatır.

Uzun süreli kronik stres bağışıklık siztemini zayıflatarak sağlığımız tehdit eden durumlara neden olur. Bu durumlar;

Vücudun infeksiyonlara karşı direncini azaltır.
Üst solunum yolu infeksiyonlarına yakalanma riskini 3-5 misli artırır.
Kanser ve ülserin görülme sıklığında artışa neden olur.
Baş, omuz ve sırt ağrılarına neden olabilir.
Kalp krizi riskini artırır.
Kronik yorgunluk sendromuna neden olabilir.
Metabolizmayı bozarak yaşlanma sürecini hızlandırabilir.

Stresten en çok etkilenen meslekler ise;
Polisler
Askerler
Öğretmenler
Doktorlar
Taksi-Otobüs Şöförleri
Call-Center Çalışanları
Borsacılar (Dealer/Broker)
Hava Trafik Kontrolörleri
Öğrenciler

Diğer Etkenler;

Oksijen

Herkesin hayatta kalmak için ihtiyacı olduğu oksijenin sağlığımıza zararlı olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz? Evet, aslında oksijenin iki yüzü vardır. Kötü olan yüzü ve iyi olan yüzü. Oksijen kullanan her canlı, "serbest radikaller" olarak bilinen şeyleri üretir. Serbest radikaller, hücreler oksijen tüketirken oluşurlar. yani serbest radikaller değişen oksijen molekülleridir

Serbest radikaller yaşam için gereklidir. Elektron taransferi enerji üretimi ve pek çok diğer metabolik işlevde temel oluşturur. Bu serbest radikaller kontrolsüz bırakılırlarsa, bağışıklık sistemimize zarar verme ve kronik hastalıklar gelişme riski ortaya çıkabilir. Bilim adamları 1954'lerden beri serbest radikallerin yaşlanma ve dejeneratif hastalıklara neden olduğunu bilmektedirler.

Serbest radikaller, yaşadığımız her dakika oluşur ve büyük ölçüde vücudun kendi anti-oksidan ordusunun kontrolünde tutulmaktadır.
UV Radyasyonu

Bağışıklık sistemi, UV ışınları gibi çevresel faktörlerden kaynaklanan değişimlerden zarar görür. Bilim adamları, güneş yanıklarının insanlarda güneşe maruz kaldıktan sonra 24 saat ve daha fazla süre içerisinde kandaki beyaz kan hücrelerinin hastalıkla savaşım fonksiyonunda bir azalma görüldüğünü belirtmişlerdir. UV radyasyonuna sürekli maruz kalma vücudun bağışıklık sistemini etkileyen zararlara neden olabilir. Hafif güneş yanıkları insanlarda ki bütün cilt tiplerinin bağışıklık fonksiyonlarını baskı altına alabilir.

Yüksek gerilim hatlarının yaydığı radyasyon da insan sağlığını olumsuz yönde etkiliyebilmektedir. Bu etkileşim, insanın bağışıklık sistemi bozup, hastalıkların başlamasına yol açabilmektedir. Yüksek gerilim altında yerleşik insanlar, başta kanser olmak üzere birçok hastalığın kapısını aralayan radyasyondan korunmak için buralardan uzaklaştırılmalı, daha güvenli başka bölgelere taşınmalıdır.

Kötü Beslenme

Beslenme vücudun direncine ve mikroplara etki edebilmektedir. Fazla yorgunluk, travmalar, yanıklar vb vücutta protein yıkımına ve böylece direncin azalmasına neden olur. Protein ve enerji bakımından yetersiz ve kötü beslenme durumlarında bağışıklık sisteminde görevli yapıların vücudumuzu savunma gücü zayıflar.

Beslenme yetersizliği özellikle çocuklukta hastalıklara yakalanma ve ölümde büyük rol oynamaktadır. Eksik beslenme enfeksiyonlara ve bunların komplikasyonlarına zemin hazırlamaktadır. Oluşan enfeksiyon da beslenmeyi bozar ve bağışıklığı azaltabilir.

Alkol

Alkol keyif verici bir madde olarak günlük yaşantımızda yer almaktadır. Alkolün, özellikle kronik alkol alışkanlığının, organizmanın immun savunması üzerinde olumsuz etkiler yaptığı kanıtlanmıştır.

Uykusuzluk

Uyku sırasında vücudumuz ve beynimiz dinlenirken bağışıklık sistemi dinlenmez. Aksine işgalci organizmalara karşı hazırlık yapar. Eğer iyi dinlenilmezse bağışıklık sistemi bozulabilir.

Yukarıda saydığımız etkenlerin dışında bazı ilaç tedavileri, yorgunluk, aşırı spor yapma, mevsimsel ve hormonal değişikliklerde immun sistemimizi zayıflatan faktörlerdendir.

Sağlıklı Bir Bağışıklık Sistemi

Sağlıklı bir bağışıklık sistemi kendimizi iyi hissetmemizi, iyi görünmemizi ve enerjimizi daha iyi kullanmamızı sağlar. Bizi enfeksiyonlardan, kanserlerden ve çevresel zararlardan korur. Ayrıca yanık ya da ameliyat sonrası iyileşmede de sağlıklı bir bağışıklık sistemi gerekir. Hayatımızda immun sistemizi zayıflatan faktörlerden kaçınmaya çalışmak örneğin bizi strese sokan faktörlerden olabildiğince uzakta kalmak, hayata ve olaylara pozitif bir bakış açısıyla yaklaşmak, alkol ve sigara tüketiminden uzak kalmak, dengeli ve düzenli beslenmek, spor yapmak bağışıklık sistemimize verebileceğimiz destekler arasındadır. Ama zaman zaman bu destekler de yetersiz kalır ve dışardan bağışıklık sistemimizi güçlendirici yardımlar (takviyeler) da almak durumunda kalabiliriz.

Sağlıklı Beslenme
Spor
Doğal Immunostimulanlar
Vitamin ve Mineraller
Bitkisel Ürünler
Omega-3 Yağ Asitleri

Minikler de Yetişkin Hastalığına Yakalanır


Çocuklarda sadece kabakulak, kızamık ve ateş görülmüyor. Onlar da dede ve anneannelerinin hastalıklarından musdarip. Ancak kimi zaman şikayetleri, "çocuktur" diyerek göz ardı ediliyor. Oysaki guatr, tansiyon, romatizma ve migren teşhisi onlara da konuyor.

Baş ağrısından sadece yetişkinler şikayet etmiyor. Altı yaşındaki bir çocuğa bile migren teşhisi konabiliyor. Stres, uykusuzluk, aile problemleri, çikolata ve asitli içecekler çocuklarda migrene neden oluyor.

Acıbadem Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı ve Çocuk Nöroloğu Binnaz Özdemir'e göre migren, ilkokul çağındaki çocuklarda daha sık görülüyor. Migrenin en önemli belirtileri baş ağrısı, bulantı ve gözün üst tarafında hissedilen ağrı. Gürültü ve ışıktan da rahatsız oluyorlar. Özdemir ailelerin bu konuda çok daha dikkatli olmalarını tavsiye ediyor. "Bu rahatsızlık kız çocuklarında daha sık görülüyor. Üç yaşındaki bir çocuğun anne-babasını taklit edeceği düşünülüyor. Çocuklarının şikayetlerin dikkate almayan aileler var. Çocuğunuz 'başım ağrıyor' dediğinde inanın. Ağrıyla birlikte gürültü ve ışıktan şikayet ediyorsa alarma geçin. Bulantı ve kusma oluyorsa hiç şüphe duymadan doktora başvurun." Hastalık zamanında tedavi edilirse buluğ çağına sorunsuz giriliyor. Çocuklara da ilaç tedavisi uygulanıyor. Migrene benzer şikayetlerle ortaya çıkan sara tipleri, beyin kanaması ve tümörlerle de karşılaşılıyormuş. Bu tip durumlarda beyin elektrosu ve beyin MR'ı isteniyor.

İyot eksikliği

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı Academic Hospital uzmanlarından Prof. Dr. Abdullah Bereket, guatrın her yaş grubunda görüldüğünü söylüyor. Her 100 çocuğun 10'unda tiroid bezinin çalışmasıyla ilgili sorunlar çıkıyor. Bu hastalığa en çok Karadeniz Bölgesi'nde rastlanıyor. Belirtiler boyunda şişlikle başlıyor. Tiroid bezi yavaş çalışıyorsa aşırı kabızlık, enerji ve aktivite azlığı, uyku, hareketsizlik ve büyümede gerilik görülüyor. Tiroid bezinin aşırı çalıştığı durumlarda da saç dökülmesi, kilo alamama, uykusuzluk, çarpıntı, terlemeyle karşılaşılıyor. Genellikle aileler bu şikayetleri dikkate almıyor ya da bütün bunların hastalıktan kaynaklanacağına ihtimal vermiyorlar. Bereket, hastalığın hangi sebeplerle hangi yaş grubunda daha sık görüldüğünü anlatıyor. "12-14 yaş arasındaki çocuklarda tiroid bezinin çeşitli kronik iltihaplarına bağlı ortaya çıkıyor. Yeni doğan ve ergenlik guatrlarının en önemli sebebi iyot eksikliği. Erişkinlere benzer bir tedavi yöntemi uygulanıyor. İlk önce tiroid bezinin nasıl çalıştığı tespit ediliyor. Eksik olan tiroid hormonları yerine konuyor. Eğer aşırı çalışıyorsa yavaşlatıcı ilaçlar veriliyor. Nodüller varsa ameliyat ediliyor. Çocuklarda halk arasında 'zehirli guatr' olarak adlandırılan iç guatr da görülüyor. Çocuk hiç kilo alamıyor."

Hipertansiyon

Anne-babalar kendilerinde görülen hastalığın çocuklarında ortaya çıkmasına şaşırıyor. Hatta, çocuğunun tansiyonunun neden ölçüldüğünü anlamıyorlar. Prof. Abdullah Bereket, çocuklarda da hipertansiyon hastalığına rastlandığını söylüyor. "Erişkinler ve çocuklar aynı organlara sahip. Bu nedenle benzer hastalıkların ortaya çıkması doğal. Aileler bu duruma şaşırmamalı. Çocuklarda tansiyon ölçmek genel muayenenin bir parçası ve ihmal edilmemeli. Farkına varılmayan bir böbrek hastalığı, tansiyon ölçerken fark edilebiliyor."

Erken teşhis

Çocukluk çağında birçok eklem hastalığı görülüyor. İstanbul Cerrahi Hastanesi Eklem Hastalıkları Bölümü'nden Romatoloji Uzmanı Dr. Hakan Rauf Tüfekçi romatizmanın çocukluk döneminde de ortaya çıkabileceğini söylüyor. Enflamatuar romatizmal hastalıklar çocuklarda da görülüyor. Ağrılar, büyüme ağrılarıyla karıştırıldığı için aileler çok daha bilinçli olmalı. Çocukluk çağında iki türlü iltihaplı romatizmal hastalık görülüyor: Jüvenil romatoid artirit (JRA) ve jüvenil spondilit artropati (JSA). Tüfekçi, çocuklarda ortaya çıkan romatizmal hastalıklar hakkında merak edilenleri tek tek açıklıyor:

"JRA belirtileri sabahları ellerde tutukluk, parmak, diz, el ve ayak bileğinde şişmeyle başlıyor. Öğleye doğru çocuk kendini daha rahat hissediyor. Halsizlik ve yorgunluk hali ortaya çıkıyor. Hastalık sinsi şekilde, şişme şikayeti olmadan sadece ağrıyla da ortaya çıkabilir. JSA ayak parmaklarında, diz ve ayak bileğinde şişme, sırtta ağrıyla kendini belli ediyor. Erken teşhis önemli. Çocuk kendini hayattan soyutlamamalı. Eklem fonksiyonları elverdiği müddetçe istediği sporu yapabilir. Bu hastalık yaşam boyu süreceği için kontrol altına alınabileceği anlatılmalı. Hastalık tedavi edilmediğinde kalıcı eklem ve şekil bozuklukları ortaya çıkabilir."

Epilepsi nöbetleri ile karışan bir sorun: Psikolojik Bayılmalar


Bir epilepsi polikliniğine müracaat eden hastaların %20 kadarını psikolojik sebeplere bağlı nöbet geçiren hastalar oluşturmaktadır. Bu hastalar sıklıkla gereksiz yere epilepsi ilaçları almaktadırlar. Bu grup hasta epilepsi hastası olmamakla birlikte kesinlikle tedavi gerektiren bir hastalığa sahiptir. Ancak bu hastalık epilepsi değildir, tedavisi epilepsi ilaçları ile yapılmaz. Psikiyatristlerle nöroloji uzmanlarının birlikte değerlendirip tedavi ettikleri bu hasta grubu depresyon ve benzeri psikolojik bozukluklar gösterirler.

Çoğu hekim için bu hasta grubunun tanısı zordur. Çünkü hastaların belirtileri bazen gerçekten epilepsi nöbetlerine çok benzer. Talihsiz durum, hekimin hastanın bayılmalarını görememesidir. Aile bireylerinin aktarımına dayanarak tanı koymak gerekir ve bu her zaman kolay değildir. Bu nedenle tanısal sorunların olduğu hastaların epilepsi merkezlerinde kurulan video-EEG monitorizasyon ünitelerinde yatırılmaları ve böylece nöbetlerin (bayılmaların) video ve EEG ile kayıtlanmaları tanının konulmasını sağlar. Tanının doğru olarak konması tedavi başarısı için öncelikli bir şarttır. Ancak ne yazık ki tedavi her zaman kolay değildir. Hasta ve yakınlarının hastalığın epilepsi olmadığı ve psikolojik bir hastalığın belirtisi olduğu gerçeğini kabul etmeleri ne yazık ki oldukça güç olmaktadır. Psikolojik terimi, hastanın bizzat kendisinin hastalık belirtilerini oluşturduğu şeklinde bir izlenim yaratmaktadır ki bu düşünce tamamen yanlıştır. Bu tür bayılmalar (nöbetler) epilepsi olmamakla birlikte kesinlikle bir hastalığın belirtisidirler. Hasta ve ailesinin hastalığı kabullenmesi ve anlaması tedavideki önemli aşamalardan birisidir. Eğer bu konuda hasta ve yakınları ikna edilemezse, sıklıkla ortaya çıkan durum kişilerin farklı hekim ve merkez arayışlarına girmeleridir. Bu şekilde epilepsi tanısı ve tedavisi ve hatta cerrahi tedavisi zorlanmakta, sorun giderek kronik bir hal almaktadır.

Psikolojik bayılmalarda tedaviyi yürüten psikiyatri uzmanlarıdır. Nöroloji uzmanları, hastaları aralıklarla kontrol edip, hastanın epilepsi hastalığı ile ilgili endişelerini gidermelidir. Bu tür bir yaklaşım hastalara güven vererek, psikiyatri uzmanlarının tedavisine yardımcı olabilmektedir. Ancak, tedavi uzun solukludur ve tedaviye dirençli bir grup hastada olabilmektedir. Bu tür dirençli hastalarda sıklıkla kişinin psikosoyal çevresinin yanlış ve düzeltilemeyen tutumları tedaviye yanıtsızlıkta önemli bir rol oynar. Bu nedenle tedavide hasta kadar yakın çevresinin de eğitimi önemlidir.

Prof.Dr. S.Naz YENİ

Meme ağrısı (Mastalji) nedir?


Meme hastalıkları kapsamında meme ağrıları kadınları en çok sıkıntıya sokan durumlardan biridir. Bu nedenle bireylerin meme ağrısı konusunda bilinçli ve uyanık olmaları gerekir. Bu konuyu saplantı haline getirmeyiniz. Ancak, bilgili ve tedbirli olunuz …

MASTALJİ NEDİR, NASIL GELİŞİR?
· Mastalji ya da mastodini meme ağrısı demektir. Meme kliniklerine veya hekime meme şikayetleriyle hekime başvuran hastaların yarısına yakınının nedeni meme ağrısıdır.

* Üreme çağındaki yaklaşık 3 kadının ikisinde görülmektedir ve bu hastaların yaklaşık %15’inde meme ağrıları ciddi düzeylerde olup ağrı tedavisi gerektirmektedir. Çoğu meme ağrısının nedeni iyi huyludur. Ancak, nadir de olsa altta yatan kötü huylu bir hastalığın olmadığının uzman doktorlar tarafından değerlendirilmesi şarttır.

* Adet gören kadınların önemli bölümünde mensturasyona (adet kanamasına) birkaç gün kala memelerde bir yoğunluk, hassasiyet, ağırlık hissi ve bazen de hafif bir ağrı olur. Adetin başlaması ile bu şikayetler birkaç gün içinde kaybolur. Aslında bu düzeyde ağrılar normaldir ve bir hastalığa işaret etmez. Ancak bazen bu şikayetler ve özellikle de ağrı hissi daha belirgin ve kişiyi rahatsız edici karakter kazanabilir. Ağrının niteliği ve niceliği değişik de olsa en önemli özelliği döngüsel karakterde olmasıdır. Bu nedenle bu ağrıya DÖNGÜSEL AĞRI da denir. Döngüsel mastalji 33-45 yaşları arasında belirgindir.

Genelde her iki memeyi de ilgilendirir. Ağrı aynı taraf koltukaltı ve kola yayılabilir. Çoğu kez menopozla birlikte kaybolur. Menapoz nedeniyle hormon replasman tedavisi yapılan kadınlarda tekrar belirebilir. Döngüsel mastaljinin nedeni kesin olarak aydınlatılamamıştır. Salgılanan hormonlar (östrojen, progesteron, prolaktin) arasındaki ilişki düzensizliği sorumlu tutulmaktadır.

* Memede ortaya çıkan diğer ağrı biçimi DÖNGÜSEL OLMAYAN MASTALJİdir.
Daha çok 40 yaş üstü kadınlarda, tek memede belirli bölgede görülür. Döngüsel olmayan mastaljinin altında çeşitli klinik problemler yatabilir:

Fibrokistik hastalık
Fibroadenom
Duktal ektazi
Yağ nekrozu
Sklerozan adenozis gibi meme ile ilgili nedenler,
Göğüs duvarının kas, kemik yapılarından kaynaklanan bozukluklar
Tietze Sendromu
Servikal radikülopati
Psikolojik nedenler gibi meme dışı nedenler,

MASTALJİ NASIL TEDAVİ EDİLMELİDİR?
Etkin ve uygun tedavi ile meme ağrılı kadınlarda yaşam kalitesi belirgin olarak yükselmektedir.
Sadece ağrı semptomu ile ortaya çıkan meme kanseri çok az sayıda olmasına rağmen tanı ve tedavinin dikkatli yapılması gerekir. 35 yaş üstündeki hastalara iki taraflı ultrasonografi ve mamografi çekilmelidir.

PANİĞE KAPILMAYIN VE AMACINI AŞAN TEDAVİLERE EĞİLİM GÖSTERMEYİN. KÖTÜ HUYLU OLMAYAN BİR HASTALIK İÇİN YAN ETKİLERİ OLABİLECEK İLAÇLARIN KULLANILMASI VE HORMON DENGENİZLE OYNANMASI SAKINCALIDIR. DOKTORUNUZ TARAFINDAN SİZE AŞAMALI OLARAK EN AZ YAN ETKİLERE SAHİP TEDAVİLER ÖNERİLECEKTİR.

· Memeye mekanik destek, sıcak su masajları, karbohidrattan zengin-yağdan fakir diet, bazı analjezik-antiinflamatuar (NSAİ) ajanlar (diclofenac gibi) tedavinin ilk basamağını oluşturur.
· Bromokriptin, tamoxifen, danazol, progestin gibi hormonal ajanların da mastalji tedavisinde etkili olduğu görülmüştür. Ancak, olası yan etkileri nedeniyle hormon tedavisi size son aşama olarak uygulanabilir. Danazol siklik mastaljide etkili FDA onaylı tek ajandır. Siklik progesteron tedavisi (10mg/gün medrogesterone veya 10mg/gün dihidroprogesterone 14-25. gün 6 siklus) tedavisi benign meme ağrıları için bir sonraki seçenek olabilir.
· Vitex agnus castus (Agnucaston®) … Bir tür meyve extresidir. Etki mekanizması prolaktin inhibisyonu üzerinedir. Birçok kadın hastalığında kullanılmaktadır. Menstural hastalıklar, amenore, dismenore, premenstural sendrom, hiperprolaktinemi, infertilite, akne, menopoz gibi durumlarda kullanılmaktadır. 1-2 tablet/gün ardı ardına 3 siklus alındığında, ilaç etkileşimi ve yan etkisi minumum olarak rapor edilen bu ürün mastalji tedavisinde oldukça kabul görmektedir.
· Lisurde maleate mastalji tedavisinde denenen yeni bir ajandır. Döngüsel mastaljide %60 iyileşme sağlamıştır, ancak döngüsel olmayan mastaljide cevap zayıftır.
· Mastektomi veya parsiyel mastektomi (meme ameliyatları) günümüzde mastaljinin tedavisinde kabul görmemektedir.

Prof.Dr. B. Bülent MENTEŞ