28 Ekim 2007 Pazar

Bebeğinizi TV Karşısında Beslemeyin


Dicle Üniversitesi (DÜ) Tıp Fakültesi Beslenme ve Diyet Bölümü Şefi Yrd. Doç. Dr. Fatma Çelik, bebeklerin televizyon karşısında beslenmemesi gerektiğine dikkat çekti.

Yrd. Doç. Dr. Çelik, ek gıda almaya başlayan ve oturmaya başlayan bebeklerin sofrada beslenmesi gerektiğini ifade ederek, bebeğin, anne veya babasının kucağında, yemeğinin tamamını yemese bile sofra kültürünü ve nasıl yenildiğini öğrenmesi için sofrada bulunması gerektiğini söyledi.

Bebeğin ebeveynlerini taklit ettiğini, bu nedenle bebeğin aile bireyleriyle aynı sofrada bulunması gerektiğini belirten Yrd. Doç. Dr. Çelik, annelerin büyük bir çoğunluğunun, bebeğin dikkatinin dağılacağı ve daha çabuk yemeğini yiyeceği düşüncesinden hareketle televizyon karşısında beslediğini belirtti.

Bebeğin televizyon karşısında veya sofra dışında beslenmesinin o an anneye kurtarıcı gibi geldiğini ve geçici bir rahatlık sağladığını ifade eden Yrd. Doç. Dr. Çelik, ancak bu durumun ilerleyen dönemlerde daha büyük zorluklara neden olabileceğini bildirdi.

TELEVİZYON GELİŞİM BOZUKLUĞUNA NEDEN OLUYOR
Yrd. Doç. Dr. Çelik, televizyon karşısında beslenmeye alışan bebeğin daha sonra sofraya alışmasında güçlük çekildiğini ifade ederek, şunları söyledi: ''Televizyon karşında beslenme bebekleri sofradan uzaklaştırır. Bebekler asla televizyon karşısında, sofranın dışında beslenmemelidir. Bu bebekleri sofradan uzaklaştırır. Televizyon karşısında beslenmeye alışan çocuğu bir yaşından sonra sofraya oturtmak isteseniz bile oturmaz. Çünkü televizyon karşısında yemek yemeye alışmıştır artık. Televizyondaki hareketlilik ve renklilik onun ilgisini çeker. Oyunla değil bebeğinde yetişkinler gibi yemek yemesinin öğretilmesi gerekiyor. Televizyonla beslenen çocuğun dikkati dağılıyor. Bu durum bir müddet sonra çocukta gelişim bozukluğuna neden oluyor.'

Çocuklarda Kaygı Bozukluğu



Seçici Konuşmamazlık bir tür “çocukluk kaygı bozukluğu” olarak tanımlanıyor. Çocukların kendilerini bütün ortamlarda rahat ifade edememeleri durumudur.

Seçici Konuşmamazlık bir tür “çocukluk kaygı bozukluğu” olarak tanımlanıyor. ELELE Çocuk ve Aile Psikolojik Danışmanlık Gelişim ve Eğitim Merkezi Psikolog ve Özel Eğtim Uzmanı Bihter Mutlu Gencer, “Çocuğun ev, aile veya akrabalarının yanı gibi kendini rahat ve güvende hissettiği ortamlarda konuşup, okul, arkadaş çevresi, oyun ortamı gibi konuşmasının beklendiği sosyal ortamlarda konuşmaması durumudur.” diyor

Selective Mutizm ne anlamak gelmemektedir?
Seçici Konuşmamazlık bir tür çocukluk kaygı bozukluğudur. Bu çocuklar “konuşmamayı seçtikleri” ortamlarda genellikle göz kontağı kurmaz, kendisine bir iletişim yöneltildiğinde hiç duymamışcasına tamamen hareketsiz kalabilirler. Bu durum elbetteki anne babalar için olduğu kadar öğretmenler ve hatta bu çocuklarla çalışan terapistler için bile oldukça zor bir durumdur.

Tanı kriterleri nelerdir?
DSM-IV’e göre seçici konuşmamazlığın tanı kriterleri şöyledir:
● Çocuk, başka durumlarda konuşurken, birtakım toplumsal durumlarda sürekli bir konuşmamazlık gösterir.
● Çocuğun konuşmaması, onun eğitimini, mesleki başarısını ve sosyal iletişimini bozar.
● Bu sorunun süresi en az 1 aydır (okula başladıktan sonraki ilk ay hariç)
● Konuşamama konuşulan dili bilmeme veya o dili rahat konuşamamaya bağlı değildir.
● Bu sorun bir iletişim bozukluğu (örneğin kekemelik), yaygın gelişimsel bozukluk veya psikotik bir süreçle açıklanamaz.

Hangi sıklıkla görülür?
Seçici konuşmamazlık (SK) toplumda %1’den az yani oldukça ender rastlanan bir durumdur. Genellikle 3-8 yaşları arasında tanı konur. Problem bir kaç ay sürebileceği gibi bir kaç yıl da sürebilir. Toplumda ender rastlanması ve pek bilinmiyor olması bu çocukların utangaç ve içe kapanık olarak nitelendirilmesine ve problemin okul çağına kadar tam olarak anlaşılamamasına bu nedenle tedavinin gecikmesine sebep olabilir.

Nedenleri nedir?
Nedenleri henüz tam olarak saptanamamıştır. Eskiden SK durumunun bir travmaya veya anne baba tutumlarına bağlı olduğu sanıldığı halde son araştırmalar bunun doğru olmadığını göstermiştir. SK’a sahip olan çocukların genellikle kaygıya karşı genetik olarak bir yatkınlığı olduğu düşünülmektedir.

Bu çocuklar bebekliklerinden itibaren bazı kaygı işaretleri gösterebilirler. Anneden ayrılmada güçlük, sese karşı aşırı duyarlılık, uyku sorunları, aşırı ağlama, yeni durumlara karşı zor adapte olma gibi problemler yaşayabilirler.

Biraz büyüyüp aile dışında sosyal ortamlara katılmaya başladıklarında konuşmaya karşı bir korku ve beraberinde donup kalma, içe kapanık vücut duruşu, donuk yüz ifadesi gibi davranışlar geliştirirler.

Biyolojik olarak ele alırsak, beyinde amigdala denilen bölüm kişiyi tehlikeye karşı uyarır ve ne yapması gerektiği konusunda emir verir. Kaygı bozukuğu olan kişilerde amigdala’nın fazladan çalışarak kişi gerçekten tehlikede olmadığında bile tehlike uyarısı gönderdiği düşünülmektedir. SK’a sahip olan çocuklarda beyinden tehlike sinyalleri sosyal ortamlarda gelmektedir.
Tehlike karşısında hissettikleri korku nedeniyle çocuklar bu korkuyla başa çıkabilmek için konuşmaktan kaçınma davranışı geliştirirler ve bu davranış zaman içinde yerleşir. Tedaviye başlama ne kadar gecikirse olumlu sonuç alabilme şansı o derece azalır. Ne de olsa belli bir yaşa kadar sosyal ortamda hiç konuşmamış bir çocuğun ya da gencin bu davranışı iyice yerleşmiş olur.

Tedavisi nasıl planlanır?
SK bir kaygı bozukluğu olarak düşünüldüğüne göre tedavinin hedefleri de öncelikle kaygıyı azaltmak, özgüven ve benlik saygısını yükseltmek ve sosyal durumlarda rahatlamayı sağlamaya çalışmak olmalıdır.

Tedavi aile terapisi, çocuğun davranışlarının iyi okunduğu bir oyun terapisi, bilişsel davranışçı yöntemler ve ek olarak belki ilaç tedavisinin birlikte harmanlandığı bir süreci içermelidir. Bu konuda tecrübeli uzman bir terapist eşliğinde, aile ve okul işbirliği içinde çalışarak sorunun üstesinden gelmeye çalışmalıdırlar.

Tedavi olunmaması ne gibi sorunlara yol açabilir?
Seçici konuşmamazlık sorununa sahip olan çocuklar tedavi edilmedikleri takdirde yetişkinlik çağına kadar sosyal gelişimleri ciddi şekilde zarar görmüş, akademik olarak başarısız, özgüven problemleri olan, sosyal olarak izole ve içe kapanık devam edip; yetişkinlikte sosyal ve mesleki bakımdan yetersiz, kaygı bozukluğu veya depresyona yatkınlığı olan kişiler haline gelmeleri muhtemeldir.

Bu nedenle anne babaların çocuklarında bir veya bir kaç ortamda konuşmama durumu farkettiklerinde zaman kaybetmeden mutlaka seçici konuşmamazlık konusunda tecrübeli bir uzmana başvurup tedavi sürecine başlamalıdırlar.

Elelecocukaile

27 Ekim 2007 Cumartesi

Gözleriniz İçin Bitkisel Bakım


En iyi kremi de sürseniz, botoks da yaptırsanız ek bakımlar yapmadan göz çevresini iyileştiremezsiniz. Günlük krem bakımına aşağıdaki önerileri de eklerseniz yararını görürsünüz. işte bakım için 4 farklı bakım.

1-Maden suyuna 20 gram kıyılmış ebegümeci ekleyin, karışıma batırdığınız pamuğu gözlerinizin üzerinde 15 dakika bekletin.

2-Maydanozu kıyın. Cilt için en iyi nemlendiricidir. Gerer ve güçlendirir. 1 tatlı kaşığı maydanoza 1 bardak sıcak su ekleyin, 10 dakika sıcak suyun içinde veya buharda bekletin, sonra soğutun ve süzün. Göz çevrenize besleyici bir krem sürün. Karışımda ıslattığınız pamuğu gözünüzün üzerine yerleştirin ve 10-15 dakika bekletin. Birkaç kere işlemi tekrarlayın.

3-Göz altı morluklarından kurtulmak için çiğ patatesten faydalanabilirsiniz. Patatesi rendeleyin, bez tamponların üzerine yerleştirip göz altlarına yerleştirin ve 10-15 dakika bekleyin. Sonra maskeyi dikkatli bir şekilde alıp, soğuk çayla temizleme işlemini yapın. Morluklara iyi gelen bir başka malzeme de yeşil çaydır. Demleyip pamukları ıslatın ve gözlerinizin üzerinde 10-15 dakika bekletin. Çay çok sıcak olmasın, dikkat edin.

4-Doğal güzellik kokteyli, havuç suyu, kırmızı pancar suyu, bir parça rendelenmiş kereviz, kıyılmış maydanoz yaprakları, limon dilimi. 1 bardak karışım yapılır. Malzeme miktarları isteğe göre belirlenir, maydanoz ve pancar oranı birebir olmalıdır. Sabah aç karına için. Gözler için ve yüz için çok yararlı.

Diş Gıcırdatma (Bruksizm)


Stresle diş sağlığı arasındaki olumsuz ilişkinin özünde bruksizm yani diş gıcırdatma sorunu yatmaktadir. Bruksizmin sözcük anlamı uyku sirasında disleri sikmak, gicirdatmak ve çeneyi kenetlemektir. Diş gıcırdatma kişisel bir alışkanlık degil, çözümlenmesi gereken bir sağlik sorunudur. Bu dişleri sıkmak ve çeneyi kenetlemenin süresi ve şiddeti dişlerde oluşturduğu zararı belirler. Bazen dişlerin minesini çatlatacak boyutlara varabilir. Ayni zamanda diş köklerinde kistik olusumlara, diş boylarında kısalmaya, dişlerin görünümünde ve diziliminde değişikliklere ve diş eti hastalıklarına neden olabilir. Çogu zaman kişi geceleri dişlerini gıcırdattığını fark etmezken, kimi zaman da kendi diş gıcırdatma sesi ile uyanır. Diş gıcırdatma ve sıkma sorunu kişinin üzerindeki olumsuz psikolojik etkilere bağlı olarak gündüz de yaşanabilir. Eger gündüz dişlerimizi sıkıp gıcırdatıyorsak, gece de bu davranısı sürdürdüğümüzden emin olabiliriz.

Sabah kalktığımızda dişlerimizdeki ağrı ve duyarlılık gece dişlerini gıcırdatıp gıcırdatmadığından emin olamayanlar için iyi bir ipucudur. Kimi durumlarda bruksizm baş ve çene ağrısına, çene de yorgunluk ve yutkunma güçlüğüne bile neden olabilir. Özellikle sakak ve yanak bölgesindeki kasların aşırı çalışması sonucu kas ağrıları ve baş agrısına neden olabilir.

Çene ekleminde ağrı duyan ve hatta bu ağrıyı kulağında hisseden bir çok kişi aslında gece diş gıcırdatma sorununun mağdurudur. Dişleri sıkma surasında çene eklemindeki yastıkçıklar ezilerek zedelendiğinden ağri ve işlev bozuklukları ortaya çıkar. Kişi özellikle ısırarak bir şey yemeye çaıştığında daha fazla ağrı hisseder.

Ebette bruksizmin tedavisinde neden olan stresin tedavisi son derece önemlidir. Etken ortadan kaldırıldığında sorun kendiliğinden çözümlenecektir. Ancak zaman içerisinde dişlerde kalıcı problemlere yol açmamasi için uykuda kullanılacak silikondan yapılan gece plagı diş hekimleri tarafından uygulanmaktadır. Bu arada kas gevşetici ilaçlarin da tedavide önemli bir yeri vardir.

Diş gıcırdatmanın neden olduğu saglık sorunları genellikle bruksizmin erken evrelerinde değil, ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmaktadır. Bulguların ortaya çıkması hastalığın ilerlediğini ve kişinin uzun süredir bu sorunu yasadığını göstermektedir. Diş hastalıklarının tüm vücut sağlığımızı etkilediğini göz önüne alarak yakınmalarımız kalici sorunlara dönüşmeden bir diş hekimine başvurmalıyız.

Folik Asit

Bir çeşit B vitamini olan folik asit, doğum sırasında meydana gelen hataları önlemekte ve erişkinlerde oluşabilecek kalp hastalıklarını da önlemekte yardımcı olmaktadır.1998 de Amerikan Sağlık Bakanlığı'na bağlı Besin ve İlaç Müdürlüğü'nün (FDA) teklifi ile folik asit vücut için gerekli vitamin ve mineraller listesine eklenmiştir. Bu eklenmenin altında yatan asıl amaç her bin yeni doğan bebekten birini etkileyen nöral tüp kusurlarını önlemektir. Fakat mümkündür ki folik asit hayat döngüsünün diğer ucundaki insanlara da yardımcı olabilir:
Amaçlanmayan bir etki olarak yaşlı insanlarda görülebilecek kalp hastalıklarının da oranını düşürmektedir. Çünkü homosistein adı verilen potansiyel olarak zararlı olan bir amino asidin kandaki oranını düşürmektedir.

Fetal (bebeğe ait) gelişimde folik asidin rolü ...
Çalışmalar göstermiştir ki çoğunlukla öldürücü nörolojik defektlere sebep olan nöral tüp defektlerinin yüzde 50'si ila yüzde 70'i hamileliğin birinci trimestri (ilk 3 aylık dönem) döneminde günde en az 0.4 mg folik asit alınmasıyla önlenebilir. Ayrıca takviye yapılmazsa çoğu kadın bu değere yaklaşamaz.

Sağlık görevlileri açıklamışlardır ki eğer bu vitamin tahıl ürünlerine (ekmek,pasta.. vb) katılırsa , kadınlar ihtiyaç duyduklarında ihtiyaçlarından daha fazlasını alabileceklerdir. Tabii ki güvenli olarak yemeklere eklenebilecek bir folik asit oranı vardır. Yüksek oranda alınan folik asit yaşlılarda B12 vitamini yetersizliğinden kaynaklanan pernisiyöz anemi (zararlı kansızlık) adlı hastalığın ilk belirtilerini gizleyecektir. Eğer yorgunluk , halsizlik , baş dönmesi gibi ilk belirtiler bu fazlalık sebebiyle gizlenmişse ve hastalığa bir tanı konulmadıysa, pernisiyöz anemi geri dönüşü olmayan nörolojik hasarlar oluşturabilir.

Besin ve İlaç müdürlüğü yemeklere eklenecek folik asit değerine bir sınır getirmiştir. Bir kahvaltılık tahılda 0.1 mg folik asit vardır. Doğurganlık çağındaki bir çok kadın nöral tüp defektlerini önlemek için yeterince folik asit tüketmemektedir. Hamile kalabilecek her kadın en az 0.4 mg folik asit içeren vitaminler almalıdır. Folik asit takviyesi erkekler ve hamile kalmak istemeyen kadınlar tarafından da önemli olabilir. Aşağıda neden önemli olduğu açıklanmıştır.

Kalbe etkileri ...
30 yıl önce, bilim adamları ,hiperhomosisteinemi denen genetik bir defektin ,vücudun, homosistein denen amino asiti parçalama yeteneğini bozduğunu keşfettiler. Bu defektif geni taşıyan kişilerde söz konusu amino asit normal kişilerdekine göre 40 kat daha fazla yapılır. Yüksek seviyedeki homosistein kan damarlarına aşırı zarar vererek sıklıkla 15 yaş civarında ateroskleroza ve kalp krizine neden olabilir. Ancak çok şükür ki bu senaryo çok seyrek görülür (200 bin doğumda 1).

Bu geni taşıyan yada fazla miktarda homosisteine sahip kişilerde kalp hastalığı ve kalp krizi riski artar. Yapılan çalışmalar göstermektedir ki tek başına yada vitamin B6 ve B12 ile birlikte kombine edilmiş halde alınan folik asit, vücuttaki homosistein miktarını belirgin ölçüde düşürebilmektedir.

Buradaki anahtar soru şudur; folik asit ve B vitamini alarak vücuttaki homosistein seviyesini düşürmek kardiyovasküler hastalık riskini azaltır mı?
Henüz bunun cevabını bilmiyoruz. Aynı zamanda, içinde 0.4 mg folik asit bulunduran bir multivitaminin günlük olarak alınmasının doğru olacağı düşünülmektedir. Bildiğimiz şudur ki , sebze ve meyveyi daha fazla ,doymuş yağları daha az alarak ve düzenli egzersiz yaparak koroner arter hastalıklardan korunulabilir. Özellikle akrabalarında kalp hastalığı öyküsü olan ve vücudunda fazla miktarda homosistein taşıyan kişilerin daha fazla miktarda vitamin almaları gerekebilir.
İlaçlar B vitamini almanın tek yolu değildir. Folik asitten zengin besin maddelerinden bazıları aşağıdadır ;

Tavuk 100 gr da 0.38 mg
Fasulye, pişmiş 1 bardakta 0.26 mg
Şalgam, pişmiş yarım bardakta 0.17 mg
Avokado, orta boy 0.16 mg
Bamya, pişmiş yarım bardakta 0.13 mg
Kuşkonmaz, pişmiş yarım bardakta 0.13 mg
Kahvaltılık tahıl 1 bardakta 0.11 mg
Portakal suyu 1 bardakta 0.11 mg
Ispanak, pişmiş yarım bardakta 0.10 mg.

Op.Dr.Özgür LEYLEK

Prematüre Bebek


Tam zamanında doğan bebeklerin anne babalarının , bebeklerini ilk gördüklerinde bir şaşkınlık dönemi yaşamaları doğaldır. Prematüre bebeklerin anne babaları ise çoğu kez tam anlamıyla şok geçirirler. Tipik bir prematüre yaklaşık 1600 ila 1900 gram, bazısı ise çok daha düşük bir tartı ile doğar. En küçükleri bir erişkinin avucuna sığabilecek büyüklüktedir ve bilekleri elleri o denli küçüktür ki , bir evlilik yüzüğü kolayca geçirilebilir.

Prematürenin cildi şeffaftır ve arterlerle venler cilt üzerinden görülebilir. Cilt , altında yağ dokusu bulunmadığı için gevşek bir izlenim verir ve çoğu zaman lanugo denen yumuşak tüylerle kaplıdır.Bebek kucağa alındığında ya da beslendiğinde cilt rengi değişir.Kahverengi yağ dokusu bulunmadığından (bizi sıcak tutan yağ katmanı)ısısını koruma yeteneği yoktur. Prematürenin kulakları , şekil vermeğe yarayan kıkırdak dokusu henüz gelişmediğinden, düz, kıvrık ya da dalgalı bir şekilde olabilir.

Cinsiyet karakterleri çoğunlukla tam gelişmemiştir.Testisler inmemiş olabilir.Erkek çocuklarda sünnet derisi ,kız çocuklarda vajen dudaklarının iç kısmı gelişmemiş olabilir.Meme başları etrafında areola denen koyu renkli bölge bulunmayabilir. El ve ayak taban çizgileri gelişmemiş olabilir.

Henüz ne kas ne de sinir gelişimi tam olduğundan, birçok refleks (örneğin yakalama, emme, arama, irkilme) kayıp olabilir. Nefes kuvveti olmadığından, bebek çok az ağlıyor ya da hiç ağlamıyor olabilir. Prematüre apnesi şeklinde adlandırılan ,arada solunumun durduğu dönemler de bulunabilir.

Ancak prematürelik geçici bir durumdur. Preterm yenidoğanlar gerçekte doğmaları gereken kırk haftalık gestasyon yaşına geldiklerinde, boyut ve gelişimsel açıdan tipik yenidoğanlara oldukça benzerler.Yaşıtlarını gerçek anlamda yakalayabilmeleri ise çoğu bebeklerde bir yaşının sonuna doğru mümkün olabilmektedir.

Dr.Sıtkı Evrenkaya

Güzel Bir Gülüş Fark Yaratır


Eğer gülüşünüzden memnun değilseniz ve bir değişiklik yapmayı düşünüyorsanız, öncelikle nasıl bir gülüşe sahip olmak istediğinize karar verin. Sonra harekete geçin ve size en çok yakışacak gülüş için işin uzmanına danışın! Unutmayın, hayalinizdeki gülüşe sahip olmak hiç de zor değil...Estetik Diş Hekimi Çağdaş Kışlaoğlu, hayalinizdeki gülüş için bakın size nasıl bir yol haritası çizdi. Dr. Çağdaş Kışlaoğlu’na göre, güzel bir gülüş için öncelikle işin uzmanına başvurmanız gerekiyor. Doktorunuz yüz hatlarınıza ve ağız yapınıza uygun olarak çeşitli yöntemlerle size yardımcı olacaktır. Kullanılan bazı teknikler ise şöyle:

Bilgisayarda Estetik Görüntüleme Tekniği
Dr. Çağdaş Kışlaoğlu, bu teknik hakkında şunları söyledi: “Diş hekiminiz tarafından öncelikle sizin yüz ve dişlerinizin çeşitli açılardan dijital fotoğrafları çekilir. Daha sonra bu fotoğraflar özel ve bu amaçla yazılmış bir program yardımı ile hayal ettiğiniz görüntü üzerinde çalışarak size çeşitli alternatifler sunar. Bu yöntemin diğerlerine göre en büyük avantajı, size üzerinde düşünmeniz için çeşitli alternatifler sunması. Bu sistem sayesinde, yeni gülüşünüz için yapılacak işlem sonrası görünümünüzle ilgili uzun zaman alacak ve belki de sonradan hiç memnun olmayacağınız işlemlere boş yere para harcamazsınız.”

Direkt Komposit Uygulama
Dr. Çağdaş Kışlaoğlu, bu yöntemde dişlerinize doğrudan plastik bir dolgu maddesi uygulandığını ve dişlerin üzerinde bir heykeltıraş gibi çalışılarak yeniden yapılandırıldığını kaydetti. Kışlaoğlu, bu geri çıkarılabilir madde ile de bir ya da iki gün geçirerek, ailenizin, arkadaşlarınızın fikirlerini alabileceğinizi ayrıca kendi fotoğraflarınızı çekerek son kararınızı verebileceğinize dikkat çekti.

Geçici Kaplamalar
“Kaplamalarınız hazırlanırken, geçici olsa da, gerçek dişlerinize yakın bir biçimde renklendirilmiş ve normal fonksiyonlarını yerine getirebilecek şekilde üretilen kaplamalar dişlerinizin üstüne takılır. Sizi gerçekten mutlu edecek bir sonuca ulaşabilmek için bu kalıpları, üç ile altı hafta sürekli olarak kullanmanız önemli. Çünkü bu, yeni dişlerinizin son halini almadan önce bir çeşit final provası olacaktır. Böylece diş hekiminiz, sizin ağız yapınıza uygun ve rahat hissedeceğiniz şekilde düzenlemeleri yaparak son şeklini kazandırabilecektir” diyen Kışlaoğlu, her ne kadar daha sonra işlem tamamlandığında ortaya çıkacak sonuç ile aynı olmasa da, dişleriniz üzerine yerleştirilen kaplamaların size yeni gülüşünüz konusunda fikir vereceğini belirtti.

www.ailem.com

Bebeklerde Göbek Fıtığı


Anne karnındayken, göbek halkasının içerisinden geçen damarlar, anne ile çocuk arasındaki bağı oluşturur ve çocuğun büyümesi için gerekli ihtiyaçları karşılarlar. Doğumla beraber bu damarlar, kendilerini saran halkadan daha hızlı büzüşerek kapanırlar. Büzüşmüş damarlar çevresinde, henüz kapanmakta olan göbek halkasının içinde oluşan boşluktan karın içindeki bağırsakların ya da yağın girip çıkmasıyla göbekte oluşan şişliğe "göbek fıtığı" denir.

Göbek fıtığı olan bir bebekte, bebek ağladığı, öksürdüğü ya da gerindiği zaman göbek deliği çevresinden dışarı doğru şişen yumuşak bir çıkıntı vardır. Bebek ağladığı veya ıkındığı gibi hallerde dışarı doğru çıkan bu fıtığın dışarıda kalıp sorunlara neden olması pek nadir görülür.Sorun, göbek deliği çevresindeki halkayı bir araya getirememekten doğmaktadır; sonuçta, az bir miktar bağırsak göbek deliğinden dışarı kayar.

Göbek fıtığına daha çok zenci bebeklerde ve bunların düşük kilolu doğanlarında rastlanır.

Diğer fıtıkların aksine, göbek fıtığının tehlikesi çok azdır. Bu tip kitle görüntü açısından endişe yaratırsa da tıbbi açıdan problem çıkarmaz .Bebek 6 aylık olmadan önce ortaya çıkanların çoğu, bebek 1 yaşına girdiğinde yok olur. Küçük delikler birkaç ayda iyileşirken, büyük deliklerin iyileşmesi iki yıla kadar sürebilir.

Fıtık gittikçe daha büyümedikçe, çocuk 5 yaşına girene kadar zamanla iyileşmedikçe veya herhangi bir engel oluşturmadığı sürece operasyon nadiren gereklidir.'En iyi tedavi hiç tedavi etmemektir!! 'Göbek fıtıklarını ameliyatla düzeltmek basit, güvenli bir yoldur, fakat yalnızca anneyi ve babayı rahatsız eden büyük ya da büyümekte olan delikler için geçerlidir.Ancak;fıtık içeri itildiğinde içeri girmiyorsa,aniden büyümeye başladıysa,bebek ağlayınca fırlıyor ve bebekte kusmaya neden oluyorsa doktora başvurun.

Göbek düşmeden önce geçici olarak dışarı fırlayan göbeği fıtıkla karıştırmayın. Fıtık bebek ağladığında dışarı fırlar, göbek fırlamaz.

Gıdaların Sırrı Renginde

Renkler sadece yiyecekleri hoş göstermez. Her rengin bir yararı var...
Renklerine göre özel besleyicilikleri vardır. İşte renklerine göre gıdaların yararları...
Unutulmaması gereken ise, bir yiyeceğin rengi daha koyuysa daha fazla besleyici olduğu...

Kırmızı
Kırmızı renkli yiyecekler likopen bakımından zengin ve kanser riskini azaltıyor.Kırmızı renkli yiyeceklerin başında domates, karpuz, pembe greyfurt sayılabilir.

Mor
Mora yakın yiyecekler de, aynı özelliğe sahiptir. Üzüm, kırmızı şarap, böğürtlen, ahududu ve kırmızı elma bu tür yiyeceklerin başında gelir.

Portakal sarısı
Bu tür yiyecekler alfa ve beta keroten içeriyor, kanserin yayılmasını önyeici ve hücreleri yenileyici... Havuç, mango, kış meyveleri ve tatlı patates.

Sarı ve portakal sarısı
Bu tür yiyecekler başta C vitamini olmak üzere hücreleri koruyor ve beta-kriptoksin gibi bir çok bağışıklıkla ilgili mineraller içeriyor. Portakal, yeşil fasulye ve avakado bu grupta anılıyor.

Sarı ve Yeşil
Bu tür yiyecekler lutein, keraten içeriyor ve göz sağlığı için yararlı. Ispanak ve diğer yeşil sebzeler, taze mısır, yeşil fasulye, taze baklagiller ve avakado bu tür yiyeceklere örnek.

Yeşil
Yeşil renkli yiyecekler ise, genlerin bozulmasını engelliyor, kemik kanserine ve diğer kanserlere karşı önleyici özellik taşıyor. Brokoli, brüksel lahanası, karnıbahar, lahana bu tür besinlerin başında geliyor.

Beyaz / Yeşil
Bu tür yiyecekler hücrelerin ince zarını koruyor. Soğan, sarımsak, kereviz, armut, beyaz şarap bu grupta yer alıyor.


Zihinsel Engeli Olan Çocukların Eğitimi


Aile bireyleri olarak zihinsel yetersizliği olan çocukların eğitiminde bilmeniz ve dikkat etmeniz gereken noktalar şunlardır:
1. Herşeyden önce çocuğumuzu kabul edin. Onu olduğu gibi kabul etmeniz yapacağınız çalışmalarda size en büyük yardımcıdır.
2. Çocuğun her türlü gelişimi için gereken ilgi ve şefkatinizi ona sürekli gösterin.
3. Çocuğun sokağa çıkmasına, oyun oynamasına, arkadaşlık kurmasına yardımcı olun.
4. Çocuğunuzun hastalıklardan korunması toplum tarafından benimsenmesi için özellikle el, saç, yüz, beden, giysi temizliğine dikkat edin.
5. Çocuğunuza aşırı derecede korumacı davranmayın.
6. Kendine güvenmesini sağlayın. Gelişim durumuna ve cinsiyetine uygun sorumluluklar verin ve yapmasını bekleyin. Yaptığında taktir edin. Sizler anne-baba olarak her zaman yanında olamayabilirsiniz.
7. Çocuğunuzun fiziksel ihtiyaçları yanında duygusal, sosyal, kültürel ihtiyaçları da karşılanmalıdır.
8. Çocuğunuzu başkalarıyla kıyaslamayın. Normal çocuklarınızı yetiştirirken yaptığınız uygulamaları, davranışları bu çocuğunuzda uzun süreli, daha sabırla uygulamak zorundasınız.
9. Çocuğunuzu sevme, beğenilme, övgü gibi gereksinimleri olduğunu unutmayın. Başarılı olduğu işler için ödüllendirin.
10. Öğrenilecek her şeyin tekrarlar ile alışkanlık haline getirilmesine, herşeyin açık ve kolay anlaşılacak şekilde verilmesine dikkat edin.
11. Çocuğunuzun eğitimine erken yaşta başlayın.
12. Öğreteceğiniz işin yada konunun tamamını birden öğretmeyin. Parça parça tekrarlar ile öğretmeye çalışın. Örneğin; sabah temizliği için önce el yıkamayı, sonra diş fırçalamayı, sonra da saç taramayı öğretin.
13. Öğrettiklerinizi sık sık tekrarlayın. Öğrenemediğini görünce ısrar etmeyin fakat aradan zaman geçtikten sora sabırla aynı işlemleri yapmaya ve yaptırmaya çalışın.

Evde Yapılacak Eğitim Çalışmaları
A) Konuşma Durumu ile İlgili Çalışmalar:
1. Konuşmalarda işarete yer vermeyin.
2. Çocuğunuzun uydurduğu sözcükleri kullanmayın. Doğrusunu öğretmeye çalışın.
3. Çocuğunuzun yakınındaki ve en çok kullanılan eşyalarının adını doğru söylemesini öğretin. Tren, araba, hayvan seslerini tanıtın.
4. Sözcüklerin söylenişindeki hataları çocuğu telaşa düşürmeden ve tedirgin etmeden düzeltin. Doğru söylemeye başladıkça onu sözle ödüllendirin.
5. Yaşına uygun öykü ve masalları anlatın.
6. Konuşma taklitle öğrenildiğinden onunla göz kontağı kurarak, düzgün konuşun.

B) Sayı Kavramını Geliştirme Çalışmaları:
1. Öncelikle söyleneni anlama ve yapma gibi alışkanlıklar kazandırılmalıdır. Örneğin; 1 kalemi ver”, “kapıyı aç” gibi.
2. Daha sonra “bu kadar ver” emri ile ileri aşamaya geçilir. Çocuğunuz istenilen sayıda eşyayı seçip verecek duruma gelebilmelidir.
3. Bu çalışmalar, önce 1 (bir) sayı kavramının kazandırılması ile başlamalı, daha sonra 2’ye 3’e geçilmelidir.
4. Önce renk kavramını verin. “Bana kırmızı düğmeyi ver” şeklinde. Sonrada sayı ile birlikte renk kavramını verin. “İki tane kırmızı düğme ver” şeklinde.
5. Ara sıra 1 (bir) üzerinde çalışmanın arkasından 2 tane isteyerek dikkatinin gelişmesini sağlayın.

C) Renk Kavramını Geliştirme Çalışmaları:
1. İlk olarak doğrudan doğruya kırmızı renk kavramını verin.
2. Çeşitli kırmızı renkteki eşyaları göstererek kırmızı kavramını tekrar edin.
3. “Kırmızı kalemi ver”, “kırmızı düğmeyi al” gibi emirlerle karışık renklerin arasından kırmızıyı seçmesini öğretin.
4. Daha sonra mavi renk kavramını verin.
5. Her iki rengi de öğrendiğinde “mavi kalemi masaya koy”, “kırmızı kutuyu bana ver” gibi emirlerle mavi ve kırmızıyı beraber çalıştırın.
6. Öğrettiğiniz renkten kağıtlarla kesip yapıştırma, el işi alıştırmaları yaptırın, kırmızı ve mavi renkte kalemlerle boyatın, günlük yaşantınızda renklere dikkatini çekin.
7. Çeşitli nesnelerden (kalem, iplik, düğme gibi) aynı renk olanlarını eşlemesini isteyin. Başaramazsa siz yapın, sonra bozup tekrar ondan isteyin.

D) Resimler Üzerine Konuşma Çalışmaları:
1. Renkli resimler üzerinde “bu resimde neler var” diyerek çocuğu gördüklerini söylemeye teşvik edin.
2. Resim üzerinde eşya, hayvan vb. ayrıntılara girip, adlandırmasını isteyin.
3. Resimler üzerinde “ daha ne var” sorusuyla serbest konuşmasına izin verin.
4. Resimlerde sık sık rastlanılan nesneleri çeşitli kartonlara yapıştırarak bir çalışma defteri oluşturun. 5. Bu defter üzerinde konuşmaları sürdürün.

E) Evdeki Eşyaların Tanıtılması Çalışmaları:
1. Eşyanın adı üzerinde durarak, bilmediği yada öğrenmediği eşyaları aralıklı olarak sorun.
2. Birden fazla eşyanın adını aynı anda öğretmekten kaçının.
3. Öğrendiği eşya adları ile basit emirleri yerine getirmesini sağlayın. “Sandalyenin üzerine otur” gibi.

F) El ve Beden Hareketleri Çalışmaları:
1. Ucu sivri olmayan küçük kağıt makası ile kesme işlemi yaptırın.
2. Hamur veya çamur ile çalışın. Avuç içerisindeki yuvarlak yapmasını öğretin.
3. Gazete, kağıt parçalarından avuç içinde top yapıp oynamasını sağlayın.
4. Delikli boncukları ipe dizmesini isteyin. Zamanla sizin belli bir sıraya dizdiğiniz boncukları aynı sıraya dizmesini öğretin.
5. Kalemle önceleri gelişigüzel karalama, sonradan belirli şekilleri çizebilmesi için alıştırmalar yapın. Önce daire, sonra kare ve üçgen çizdirin.
6. Belirli resimleri, şekilleri (ör: Üçgen, kare, artı vb.) kağıttan makasla kesip çıkarmasını öğretin kesilen şekillerin yapıştırılması için çalışmalar yaptırın.
7. Aynı resimleri eşlemesini öğretin.
8. El- göz koordinasyonu için amaçlı resim boyama çalışması yaptırın, çekiçle çivi çaktırın. Ayrıca makasla çizgi üzerinden kesmesini öğretin.

G) Sosyal Gelişim Çalışmaları:
1. Çocuğu arkadaş edinebileceği yerlere götürün, arkadaşlık kurup oynamasına yardımcı olun.
2. Çarşı, Pazar gibi toplu yerlere götürerek dış çevre ile ilişki kurmasını sağlayın.
3. Çalışmalarınızda sabırlı, güleryüzlü, sevecen bir tutum takınmayı unutmayın.
Ona güven verip bazı etkinlikleri başarabileceğine inanmasını sağlayın.

Kaynak:http://www.kisiselbasari.com

26 Ekim 2007 Cuma

Ses Kısıklığı

Ses kısıklığı, genellikle sesin azalması veya hiç çıkmaması olarak algılanır. Ancak her türlü normalden farklı ses oluşumuna ses kısıklığı denir ve bu durum bazı ciddi hastalıkların habercisi de olabilir.

Sesteki çatallaşmalar, titreşimler, boğuk ses ve diğer tüm ses değişikliğine ses kısıklığı denir. Gırtlaktan daha aşağı seviyelerdeki rahatsızlıklar sesin cılız ve zayıf çıkmasına neden olurken, gırtlağın kendisi ile ilgili hastalıklarda sert, tırmalayıcı ve kısık ses oluşumuna neden olur. Ağız boşluğu ve dil hastalıklarının ise sesin, “ağızda sıcak patates varmışçasına” çıkmasına sebep olduğunu söyleyen Etiler Memorial Polikliniği Kulak Burun Boğaz Bölümü’nden Op. Dr. Haldun Şan, “Ses Kısıklığının hastalıklarla ilişkisi” hakkında merak edilen sorulara cevap verdi.

SES KISIKLIĞI” NEDEN OLUŞUR?
Ses kısıklığı oluşturan pek çok sebep vardır. Bunlar arasında çok basit ve kendiliğinden iyileşebilecek sebepler olduğu gibi ciddi ve tedavisinin büyük ameliyatlar gerektirdiği hastalıklar da olabilir.

Ses kısıklığına sebep olabilecek hastalıklar arasında şunlar sayılabilir:
-Larenjit (Gırtlak iltihabı)
-Ses tellerinde nodül, kist veya polip gibi iyi huylu kitleler
-Akciğer hastalıkları
-Ses teli hareketini sağlayan sinirlerin felci
-Alerji veya iltihaplara bağlı geniz akıntısı
-Mideden yukarı doğru asit kaçağının olması (reflü) ve şiddetli kusmalar
-Gırtlak ve çevresindeki dokuların tümörleri
-Ses telleri çevresine gelen darbeler
-Psikolojik sebepler
-Şeker hastalığı veya sinir sistemi hastalıkları gibi vücudun diğer bölgeleriyle birlikte ses telini de tutan hastalıklar -Sigara, duman ve kimyasal gazlar gibi tahriş edici maddelere maruz kalmak
-Yanlış ses kullanımları(bağırma, çığlık, şiddetli ağlama ve öfke durumları)
-Birtakım cerrahi travmalar(gırtlağa yada üst solunum yoluna yönelik yada genel anestezi için solunum yoluna tüp(entübasyon tüpü) yerleştirilmesine bağlı olarak.

NE ZAMAN DOKTORA GİDİLMELİ?
Doğrusu ses kısıklığı olur olmaz doktora gitmektir. Ancak ülkemizde bu pek mümkün olmamaktadır. Bu nedenle genelde 1-2 haftadan daha fazla süren ses kısıklıklarında mutlaka doktora gidilmesini öneriyoruz. Ses kısıklığı ile beraber nefes alma zorluğu, ağızdan kan gelmesi, yutma zorluğu veya boyunda kitle (şişlik) gibi şikayetler de varsa bir Kulak Burun Boğaz uzmanına başvurmak için daha acele etmek gerekir.

Spor ve Egzersizin Hamile Kadınlara Faydaları


* Gebelikte egzersiz doğumu kısaltıp kolaylaştırdığı gibi, bebeğin sağlığı için de yararlıdır.

* Doğum sancılarını küçümsenmeyecek biçimde azaltır

* Sağlığa olduğu kadar güzelliğe de hizmet eder. Kan dolaşımını düzenleyerek cildin beslenmesini sağlar, duruşu düzeltir, vücudunuzu tanımanızı öğretir ve dolayısıyla korkuyu kaldırarak, insanın kendine güvenini sağlar.

Egzersiz Sırasında Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar

* Egzersizleri yorucu bir duruma getirmeyiniz. Amacımız sizi yormak değil, tersine, canlanmanızı sağlamaktır.

* Bu iş için iyi havalandırılmış, sıcak bir odaya, kendinizi kontrol edebileceğiniz büyükçe bir aynaya, altınıza sereceğiniz temiz bir örtüye ve de tabureye ihtiyacınız olacaktır. Üzerinizde sözgelişi ince bir sutyenle külot veya ince bir pijama gibi çok hafif çamaşırlar olmalıdır.

* Egzersize başlamadan önce idrarınızı yapınız.

* Egzersiz saatinizi, kapı zil ya da telefon vb. şeylerle rahatsız edilmeyeceğiniz bir zamana rastlatın. Egzersizden sonra dinlenmenize ise gerek yoktur.

* Düzenli ve sistemli bir şekilde çalışmanız çok önemlidir. İlk zamanlar her hareketi 2-3 defa ve 5-10 dakikalık süreyle, sonraları günde 15-20 dakikaya kadar olmak üzere yapınız. Egzersize birkaç gün ara verdikten sonra bu kaybı karşılamak için bir saat bile çalışsanız, bir şey elde edemezsiniz.

* Çalışan ve işlerin çokluğundan ötürü bu gibi işlere vakit ayıramadıklarını söyleyen anneler, çalışma sırasında, büroya giderken ve hatta dinlenirken de aşağıda gösterilen hareketlerden birçoğunu yapabilirler.

* Herhangi bir ağrı anında hemen egzersizi bırakın

* Gebeliğin özellikle son döneminde kesinlikle sırtüstü düz yatmayın.


Gebelik Egzersizlerine Başlarken

Bu özel egzersizlerde ilk öğrenmeniz gereken temel duruş:

* baş dimdik tutulacak

* boyun gergin

* omuzlar düz

* sırtınız eğilmesin

* karnınızı gerin

* dizlerinizi bükmeyin

* ayaklarınız paralel dursun


Kalça Kaslarını Güçlendirici Egzersizler

1. Sırtınızı biraz geri verin ve karnınızı dışarı çıkarın. Sonra kaslarınızı gererek kalçanızı doğrultun. Bu sırada karın kasları da olabildiğince gergin tutulmalıdır.

2. Kalçalarınızı bir sağ, bir sol olmak üzere yukarı doğru çekin, bu arada belden yukarınızın dümdüz kalmasına dikkat edin.

3. Bir ayağınızı yana doğru kaldırarak daireler çevirin. Sonra öteki ayağınıza geçerek bir kaç defa aynı hareketi tekrarlayın. Bunda da dikkat edeceğiniz nokta, vücudunuzun üst kısmının hareketsiz kalmasıdır.

4. Bir ayağınızı öne doğru kaldlrabildiğiniz kadar kaldırın, sonra arkaya doğru sallayın. Sallama sırasında bacaklar bükülmelidir. Öbür bacakla da hareketi tekrarlayın.

Kaynak:mutlu kadın.gen.tr

25 Ekim 2007 Perşembe

Amniyosentez

Amniyosentez, anne karnından ince ve uzun bir iğne yardımıyla amniyon sıvısının alınması işlemidir. Genellikle 16-22. gebelik haftaları arasında riskli gebeliklerde yapılır. Tecrübeli ellerle yapıldığında oldukça ağrısız ve bebek için riskleri azdır.
Alınan sıvıda bebeğe ait dökülen canlı hücreler vardır. Bu hücreler özel bir kültür ortamında 18-20 gün içinde bekletilerek üretilir. Üretilen hücreler belli bir safhada toplanılarak kromozomları ayrıştırılır ve mikroskop altında görüntülenerek kromozomlar analiz edilir.

Kromozom analizinde görüntülenen hücreler direkt bebeğe ait olduğu için bebeğin kromozom yayılımını gösterir. Bu şekilde bebeğe ait kromozomlarda olan problemler rahatlıkla görülebilir ve aynı zamanda sex (cinsiyet) kromozomlarının incelenmesiyle bebeğin cinsiyeti de ortaya çıkar. (Ancak yasa gereği ülkemizde amniyosentez sonrası cinsiyet tanımı yapılmamaktadır.)

Karından bir ince iğneyle ultrason eşliğinde amniyon kesesine girilir.
Yaklaşık 20 cc amniyon sıvısı enjektör ile aspire edilerek genetik laboratuara gönderilir.


Amniosentezin yapılma indikasyonları (Kimlere amniyosentez yapılır?)
İskelet hastalıkları veya kalp hastalıklarının tespitinde amniyosentezin önemi bulunmamaktadır. Bu tür problemlerde yapılan 2. düzey ultrasonlar önemli yer tutar.


Amniosentezin Riskleri
% 0.5 oranında (200 de bir olasılıkla) bebeğin kaybedilme riski vardır. Ancak unutulmamalıdır ki; tüm cerrahi girişimler gibi bu riskler tecrübeli ellerde en aza indirilebilir.

Fetusun amniosentez ignesinden zarar görmesi
Fetusun enfeksiyon kapması veya iğneden hasar görmesi
Placentanın infenksiyon kapması (Plasentit)
Düşük (abort)
Erken doğum
Membran rüptürü (Suyun gelmesi)
Amniosentez sırasında sıvı kaçağı 1-2 gün sürebilir.Kan uyuşmazlığında izoimmunizasyon artabilir. Bu yüzden eğer eşler arasında bir kan uyuşmazlığı da varsa amniosentez sonrasında ilk 72 saat içinde kan uyuşmazlığı iğnesi (Anti D İmmunglobulin) yapılmalıdır.

35 üzerindeki anne yaşı (üçlü tarama testine bakılmaksızın)
Anne adayının yaşının genç olmasına rağmen (<35)>
Üçlü veya ikili tarama test sonucunun normalin üstünde olması durumunda (Genellikle 270 de bir olasılığın üstü patolojik olarak kabul edilir)
Ailede Down sendromlu birey varlığı
Gebede daha önceden Down syndromu gibi kromozomal bozuklukları taşıyan bebek doğurma öyküsünün olması
Rubella, CMV veya herpes gibi intrauterin (gebelik sırasında ortaya çıkan) infenksiyonlarin tespiti (Amniyosentez sıvısından PCR tekniği ile aktif virüs aranır)

Noral tüp defektlerinde( NTD); Alfa fetoprotein (AFP) ya da asetil kolin esteraz enzim seviyesi için
Hemofili gibi sekse bağlı geçen hastalıkların tespiti için
Eritroblastosis featalis gibi kan hastaliklarinda
Cystunria gibi bir takım enzim eksikliklerinde
Fetal akciğer olgunlaşma tayininde (genelde riskli bir gebeliğin son aylarında, doğum kararını doğru zamanda verebilmek amacıyla yapılır)
Bir takım fetal bozuklukların medikal tedavisinde
Kan uyuşmazlığındaki tablonun şiddetinin tayininde (artık tarihi bir değeri vardır) kullanılmaktadır.

Op.Dr. Süleyman ESERDAĞ

Lens Kullanımı


Lenslerinizi takmadan önce mutlaka ellerinizi yıkayıp kurulayınız. Lenslerinizi karıştırmamak için, önce sağ lensi uygulamayı bir alışkanlık haline getiriniz. Lensi kabından çıkarıp işaret parmağınızın üzerine yerleştiriniz. Lensin doğru yüzeyinin üstte olduğuna, dikkat ediniz.


Diğer elinizin işaret ve orta parmağı ile üst göz kapağınızı kirpikleri de bastırarak yukarıya kaldırınız. Aynada gözünüze doğru bakınız ve yumuşak bir hareket ile lensi gözünüze değdirdiğinizde lens yerine oturacaktır. Daha sonra göz kapağınızı yavaşça kapatıp, lensin merkezleşmesi için hafifçe kapak kenarlarına masaj yapabilirsiniz.
Lens Çıkarma
Lenslerinizi çıkarmak için yukarı bakınız ve alt göz kapağınızı aşağı doğru çekiniz. İşaret parmağınızla lense dokunarak aşağıya çekiniz. İşaret ve başparmağınızla tutarak lensi gözünüzden çıkarınız.

23 Ekim 2007 Salı

Saman Nezlesi


Burun iç kısmını döşeyen ve mukoza adı verilen dokunun iltihabi reaksiyonu olan rinitlerin yaklaşık yarısı alerjiye bağlı gelişiyor ve alerjenin, nefes alma sırasında burnun iç yüzeyine yapışması ile ortaya çıkıyor.

Kulak Burun Boğaz Uzmanı Oprt. Dr. Süreyya Şeneldir, rinitin burunda kaşıntı, sulanma, hapşırma, aksırma nöbetleri, damakta kaşınma, öksürük, boğaz ağrısı ve gözlerde sulanma gibi belirtiler vererek yaşam kalitesini düşürdüğünü söylüyor.

İlk dönemlerde yanlış bir isimlendirme ile ‘saman nezlesi’ olarak tanımlanan hastalığın, daha sonra polenlerle ilgili olduğu belirlenmiş ancak ‘saman nezlesi’ terimi kullanılmaya devam edilmiş. Her yaşta ortaya çıkabilen hastalık, genelde 1-20 yaş arasında görülüyor.

EN ÖNEMLİ NEDEN POLEN
Havada taşınabilecek kadar küçük ve hafif olan hayvan ve bitki proteinleri göz, burun ve boğazdaki zarlar üzerinde birikir. Polenler, mantar sporları, hayvan tüyleri ve ev tozları bu parçacıkların en sık rastlanılanlarındandır. İlkbaharın erken dönemlerinde alerjik rinite sıklıkla polenler veya çevrede yaygın olarak bulunan ağaçlar neden olur. İlkbaharın geç dönemlerinde ise polenler çayırlardan kaynaklanır. Renkli süs bitkileri nadiren alerjiye neden olurlar, çünkü polenleri havayla taşınamayacak kadar ağırdır.

MEVSİM ÖNEMLİ BİR BELİRLEYİCİ
Ağaç poleni, çayır poleni ve yabani ot polenlerine karşı alerji gelişmesi sonucunda ortaya çıkar. Şikayetler bu alerjenlerin atmosferde yoğun olduğu dönemlerde belirgindir. Hastalığın yıl içindeki süresi coğrafi bölge ve iklim ile yakından ilişkilidir. Polen mevsimi dışında hastalar genelde rahattır.

YIL BOYUNCA DEVAM EDEN ALERJİK RİNİT
Allerjenlere temasın yıl boyu devam ettiği ve şikayetlerin genellikle tüm yıla yayıldığı alerjik rinit şeklidir. Neden olan alerjenler ev tozu akarları, hamamböcekleri ev hayvanı alerjenleri ve mantar sporlarıdır. En önemli alerjen ev tozu akarlarıdır. Hastanın yaşadığı ortamda sürekli olarak akar alerjenlerine maruz kalması şikayetlerinin yılboyu devam etmesine neden olur. Hamamböcekleri de önemli bir ev içi alerjen kaynağıdır.

ALERJEN UYARANLARLA TEMASIN KESİLMESİ
Alerjik rinit tedavisinde temel yöntem tüm alerjik hastalıklarda olduğu gibi alerjenden korunmaktır. Polen alerjisinde bu pek kolay değildir ve tam olarak gerçekleştirilemez.

Polenden korunmak için alınacak önlemler;
Polenlerin en fazla uçuştuğu sabahları saat 05.00 ile 10.00 arası açık havaya çıkmayın. Ancak ağız ve burnu kapatan maskelerle çıkabilirsiniz.

Polen zamanı açık havada spor yapmayın , saçlar tozu tutar. Bu nedenle her akşam saçlarınızı yıkayıp duş alın. Böylece üzerinizdeki tozlardan arınabilirsiniz.

Çocuklar sokaktan geldiği zaman üstlerini hemen değiştirmelerini sağlayın.

Arabada giderken camları açmayın.

Hava değişimi için klimadan yararlanın.

Tatil için deniz kenarını tercih edin.

Dışarıda gözlük ve şapka kullanın.

Gözlükleri her gün akar suyun altında yıkayın.

Alerjiye karşı doktora başvurun.

Çim biçmekten kaçının ya da maske takıp yapın.

TEDAVİ YÖNTEMLERİ
Kulak-Burun-Boğaz uzmanınız tarafından yapılacak dikkatli bir muayane sonucunda doktorunuz şikayetlerinize herhangi bir enfeksiyonun veya yapısal bir bozukluğun yol açıp açmadığına ve bunlara yönelik uygun tedaviye karar verir. Alerjenlerle temasın kesilmeye çalışılmasına ve ilaç tedavisine rağmen şikayetlerin iki yılı aşkın bir zamandır devam etmesi durumunda aşı uygulanır. Altta yatan ya da sonradan gelişen aşırı büyümüş burun etlerine ya da poliplerine yönelik olarak da cerrahi müdahale yapılır.

Hamilelikde Bitkiler

Adaçayı, bazı annelerde bebeği emzirdikten sonra sütün akmaya devam ettiği hallerde göğüs ucuna aynı merhemden bir miktar sürülerek sütün kesilmesi sağlanır.

Anasondan elde edilen yağ hormonları düzenler, anne sütünü çoğaltır.

Frenk maydonozunun ezilerek yapılan merhem loğosa kadınların göğüslerindeki durmayan süt akıntısını ve iltihapları tedavi eder.

Kimyon anne sütünü çoğaltır, balgam ve ter söktürür.

Nohut emzikli kadınların sütünü arttırır.

Yenidoğan Bebeklere Bakım Kılavuzu



Yeni doğan döneminde doğru bakım bebeğin genel sağlığı üzerinde önemli etkileri olan bir süreç. Bu sebepten yeni anne – baba olanlar ciddi bir endişe yaşıyorlar. Bu bölümde yeni doğan bebeğin bakımında dikkat edilmesi gereken noktaları bulabilirsiniz.

Cilt Bakımı
Bebeğin en büyük organı cildi olduğundan cilt bakımı ve hijyen konusunda annelere önemli iş düşer. Yenidoğan bebeklerin cildi çok hassas ve incedir. Kolayca zedelenebilir.Cilt bütünlüğünün bozulması bebek için enfeksiyon riski oluşturur.Özellikle doğumu takip eden günler içinde bebek cildi kuru, kabuksu bir hal alabilir, soyulabilir. Bu dönemde nemlendirici bebe yağı veya losyonların kullanımı uygun olur. Bebe yağları ıslak cilde sürülerek uygun nemlenme sağlayabilirler. Bebeğin cildiyle direkt temas eden giysiler pamuklu kumaşlardan seçilmeli ve temizliğinde deterjan kullanılmamalıdır.

Alt Değiştirme
Yeni doğan bir bebek günde ortalama 6 defa altını ıslatır. Bebeğinizin bezini altı ıslanır ıslanmaz değiştirin. Pişik oluşumunu engellemek için bezini sık sık değiştirmekte fayda var. Pişik olduğu takdirde uygun bir pişik kremi kullanabilirsiniz. Kız çocuklarının altını temizlerken yukarıdan aşağıya doğru silinmelidir. Sadece anne sütü ile beslenen bebeklerin dışkıları sarıdan yeşile kadar çeşitlilik gösterir. Bebeğinizin ilk ayında dışkı sayısı fazladır (günde 6–8 kez). Anne sütüyle beslenen bebeklerin dışkıları da cıvık olur. Erkek bebeklerde, sünnet derisini geriye çekip temizlemeye çalışmayın.
Göbek Bakımı
Göbek kordonu kuruyup ayrılana kadar %70 alkol veya mersol solusyonu ile göbek bakımı yapılır. Kordon dokusu ağrısızdır. Göbek düştükten sonraki 1-2 gün bakıma devam edilmeli, eğer sızıntı, akıntı ya da kanama varsa doktora danışılmalıdır.

Bebeğinizin Banyosu
Banyo bebek bakımında önemli yer tutar. Sağlıklı yeni doğanlar doğdukları ortam koşullarına göre ilk 24 saat içinde yıkanabilirler. Evde her gün ya da gün aşırı yıkanabilirler. Göbek düşene kadar kaynatılıp soğutulmuş akar su altında yıkanması uygun olur. Göbek düştükten 2-3 gün sonra küvette normal banyo yapılabilir. Banyo suyu sıcaklığı vücut ısısında (36-37 derece), ortam ısısı 24-25 derece olmalıdır. Banyo öncesinde tüm eşyalar hazırlanmalı, bebeğin ısı kaybetmesi önlenmelidir. Banyo emzirmeden önce yaptırılırsa kusma açısından daha güvenli olunur. Gazlı ve huzursuz bebeklerde akşamüstü banyoları geceyi daha rahat geçirmeyi sağlayabilir. Banyoda kullanılacak şampuan ya da sabunlar doğrudan bebeğe sürülmemeli, bir sünger ya da elde köpürtülerek bebeğe aktarılmalıdır. Bu durulamayı kolaylaştırır. Banyo sonrası cildin ve özellikle kıvrım yerlerinin iyi kurulanmasına, pişik ve tahrişleri önlemek açısından dikkat edilmelidir.

Doğum Sonrası Depresyon


Bu tür depresyon durumu sadece birkaç saat veya birkaç gün sürer ve daha sonra kendiliğinden geçer. Ancak bu annelerin yaklaşık %10' unda bu üzüntülü hal daha ağır ve ciddi bir durum alır ki buna da Post-Natal Depresyon (PND) denir. PND ilk haftalarda ya da aylarda başlar; ancak ilk 12 ay içerisinde yaşanması mümkündür.
Memorial Hastanesi’nden Klinik Psikolog Aslıhan Tokgöz PND hakkında şu bilgileri verdi:
PND' nin şiddeti hafif ve kısa süreliden çok ağır ve uzun süreliye kadar değişiklik gösterir. Birçok kadın için bu durum geçici olabilirken bazı kadınlar profesyonel yardıma ihtiyaç duyabilirler. PND ilk hamilelik ve ilk doğumdan sonra daha sık görülür. Her on anneden biri PND geçirmektedir. PND' nin belirtileri şiddetine bağlıdır. Bu durumdaki kişi günlük yaşamın getirileriyle başa çıkmakta her geçen gün biraz daha zorlanabilir. Bu anneler anksiyete, korku ve umutsuzluk hissedebilirler. Bazı anneler ise panikatak geçirebilirler veya çok gergin ve alıngan olabilirler. Ayrıca iştahlarında ve uyku düzenlerinde de değişiklik olabilir. Nadir de olsa çok ağır durumlarda psikotik bozukluklar ortaya çıkabilir. Böyle bir durumdaki anne günlük yaşamını sürdürmekte zorlanır, düşüncelerinde ve davranışlarında anormallikler görülebilir. Çok ağır durumlarda kendisine, bebeğine ya da başkalarına zarar verme düşüncelerine sahip olabilir. PND nun diğer belirtileri ise;


• Öz güvende azalma

• Suçluluk duygusu hissetme

• Olumsuz düşünceler

• Hayatın anlamını yitirme

• Zorluklarla başa çıkamama hissi

• Sinirlilik ve ağlamaklı olma

• Uyumakta zorlanma

• Cinsel isteksizlik

• İştah bozukluğu

• Konsantrasyon bozukluğu ve unutkanlık.

PND' ye sebep olan faktörler tam olarak bilinmemekle birlikte yapılan araştırmalar fiziksel, duygusal ve sosyal değişimlerin rol oynadığını göstermektedir. Fiziksel değişiklikler: En kolay doğum bile bir kadın vücudu için çok ağır bir olaydır. Ayrıca hamilelik hormanlarının birden düşmesi beyindeki kimyasal maddelerin düzenini etkiler. Bunlara ek olarak düzensiz ve yetersiz uyku ve fiziksel yorgunluk da depresyonun oluşmasına neden olur.

Duygusal değişiklikler: 'Annelik' rolüne alışmak zordur. Yeni anne bebekle sürekli olarak ilgilenmek ve tüm ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu ilişki yapısal olarak eşiyle kurmuş olduğu ilişkiden çok farklıdır. Buna ek olarak bağımsızlığını yitirir. Bu tür değişiklikler en iyi zamanlarda bile zorlukla karşılanabilinir ki doğum sonrasında fiziksel olarak kendisini yenilemeye çalışan ve uykusuz kalan anne için çok daha zordur.
Sosyal değişiklikler: Arkadaşlarıyla eski sıklıkta görüşmekte zorlanabilir ve bu durumdan dolayı yalnızlık hissi yaşayabilir. Çalışan kadın ise yine iş ortamından ve iş arkadaşlarından ayrılmıştır ve kendisini boşlukta hissedebilir. Ayrıca bir maaşla geçinmekte zorluk yaşanabilir. PND geçiren bir anne kendisini çevresindeki herkesten soyutlayabilir hatta bebeğinden bile uzak durabilir. Bu durum depresyonun belirtilerindendir, kadının "kötü anne" olduğunu göstermez.

Bazı kişiler "anne ile çocuk arasındaki duygusal bağ doğumdan hemen sonra oluşmalı yoksa bir daha hiç oluşmaz" diye düşünür. Bu kesinlikle doğru değildir. Anne ile çocuk arasındaki duygusal bağ devam eden bir süreçtir. Depresyon ortadan kalktığında annelik duyguları yaşanır ve anne çocuğuna bağlanır. Bu süre içerisinde ailesinin ve arkadaşlarının yardımına ihtiyaç duyabilir. Aileden ve arkadaşlardan gelecek olan her türlü yardım annenin bu dönemi daha çabuk ve kolay atlatmasına katkıda bulunur. Özellikle de eşin anlayışlı ve paylaşımcı olması durumun daha hafif geçmesini sağlar. Duygu ve düşüncelerini yakınlarıyla paylaşmak da önemli rol oynar. Ayrıca profesyonel yardıma da ihtiyaç duyabilir. PND' nin ağır olduğu durumlarda hekim kontrolünde antidepresan ilaçlar alınabilir. Unutulmaması gereken şey PND kalıcı değildir. Zamanla kendiliğinden yok olabileceği gibi bazı durumlarda tedavi gerekebilir. PND na yakalanmak bizim elimizde değildir; ama yardım almak ve yardımcı olmak bizim elimizdedir.

21 Ekim 2007 Pazar

Elma, Astıma İyi Geliyor


Hamile kadınların, yeterince güneş ışığı almaları halinde daha çok elma yiyerek bebeklerinin astım olma riskini düşürebildiği ortaya çıktı. Avrupalı araştırmacılar tarafından gerçekleştirilen araştırmaya göre elma yemek ve astım arasında bağlantı olduğu belirlendi. Elma tüketimi ile astım riskinin azalması arasındaki bağlantı, iki bin hamile kadın ve bin 250 çocuk üzerinde beş yıl boyunca yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıktı.

İncelenen çocukların yüzde 11'ine astım teşhisi konulurken yüzde 13'ünde de hırıltılı nefes alma problemine rastlandı.

İncelemeler sonucunda haftada en az dört elma yiyen hamile bayanların çocuklarında astım riskinin diğerlerine nazaran yüzde 53 oranında, nefes problemleri riskinin de yüzde 37 oranında düştüğü ortaya çıktı. Uzmanlar, özellikle elmanın kabuğunun soyulmadan yenmesini ve vücuttaki insülin değerlerini artıracağından dolayı aşırı miktarda elma tüketiminden de kaçınılması gerektiğini belirtiyor.

Hamilelikde HELP SENDROMU'na Dikkat


Uzmanlar özellikle gebeliğin son 3 ayındaki bulanık ve sisli görme gibi şikayetlerin 'Help Sendromu'nun belirtisi olabileceğini söylüyor.

Uzmanlar özellikle gebeliğin son 3 ayındaki bulanık ve sisli görme gibi şikayetlerin 'Help Sendromu'nun belirtisi olabileceğini söylüyor.
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İbrahim Erbağcı, Help Sendromu'nun genellikle gebeliğin son 3 ayında ortaya çıktığını, hastalığın kansızlık, karaciğer fonksiyonlarında bozulma ve kandaki pıhtılaştırıcı hücrelerin hızlı bir şekilde azalmasıyla kendini gösterdiğini ifade edtti.

BULANTI VE KUSMA
Nedeni henüz tam olarak tespit edilmeyen sendrom, halsizlik, bulantı, kusma gibi sorunlarla kendisini gösteriyor. Özellikle gebeliğin son 3 ayındaki bulanık ve sisli görme şikayetleri de Help Sendromu'nun belirtilerinden. Hamileliğinin son aylarındaki kadınların bazen sendromun belirtilerinin hafif olması nedeniyle sorunu tam olarak kavrayamadığını dile getiren Erbağcı, 'Hamileliğin son 3 ayında bulantı ve kusma şikayetleriyle birlikte görme sorunu yaşayan kadınların mutlaka bir göz doktoruna başvurması gerekli' dedi.

Hangi Öksürük Ne Anlama Geliyor?


Akciğerlerin dışarıdan gelen kimyasal, mekanik ya da ısı farklılığı oluşturan etkenlere karşı geliştirdiği bir refleks olan öksürük, meydana geliş şekliyle çeşitli anlamlar taşıyor:

Akciğerlerin dışarıdan gelen kimyasal, mekanik ya da ısı farklılığı oluşturan etkenlere karşı geliştirdiği bir refleks olan öksürük, meydana geliş şekliyle çeşitli anlamlar taşıyor..
Öksürüğü bir anlamda yabancı uyaranlara karşı vücudun geliştirdiği savunma mekanizması olarak değerlendirmek mümkündür. Peki, hangi öksürük ne anlama geliyor. Göğüs hastalıkları uzmanı Dr. Çiğdem Serttürk, öksürük şekillerini ve anlamlarını anlattı:

“Pek çok anlamı var”
“Sağlıklı bir insan nefes borusunun ‘yabancı’ olarak tanımladığı bazı yemekleri ve maddeleri dışarı atmak için öksürür. Dışarıdan gelen egzoz kokusu ya da keskin bir deterjan kokusu da öksürük nedenidir…
Vücudun savunma mekanizmaları arasında yer alan öksürük ayrıca bronşların içinde oluşan ve balgam adı verilen sekresyonların da dışarıya atılmasını sağlar.
Bu doğal mekanizmalar dışında bazı hastalıkların habercisi olarak da karşımıza çıkabilen öksürük, uzaması durumunda kişinin performansını düşürür.
Altta yatan enfeksiyon var ise havada asılı kalan damlacıklar yolu ile başkalarına hastalığın yayılmasına neden olur (Örneğin;verem, zatürree gibi). Ani oluşan öksürükler ise astım krizinin gelişini ifade edebilir.

“Ciğerlerden başlamıyor”
Öksürük sadece akciğerlerden değil; kulak zarı, burun, sinüsler akciğer zarı, mide ve diafragmadan da başlayabilmektedir. Bronşit, larenjit, çocuklarda çok sık görülen bronşiolit, soğuk algınlığı, aşırı sigara, polenler ve ev tozları(mite) en sık öksürük yapan hastalık ve etkenlerdir…
Öksürük şekli, sıklığı, gelişimi sıkı takip edilmelidir. Eğer kişi hafif halsizlik ve kuru öksürükten şikayet ediyorsa, bu bize basit üst solunum yolu enfeksiyonunu hatırlatır. Öksürük balgamlı ve sık oluyorsa, buna ateş ekleniyorsa zatürreenin habercisi olabilir. Öksürdükten sonra dışarıya çıkartılan sekresyonun rengi hastalık değerlendirmede doktor kadar hasta ve yakını için de önemlidir.
Balgam rengi beyazdan sarı ve yeşile dönüyor ise olay ağırlaşıyor anlamına gelir. Yine öksürük ani gelişiyor ise çocuklarda enfeksiyon ve boğaza yabancı cisim kaçması düşünülebilir (fındığın soluk borusuna kaçması gibi). Erişkinlerde ise kötü kimyasal gazların solunmasına bağlı öksürük düşünülebilir.

“Tedavisi çoğu zaman basit”
Öksürüklerin büyük kısmı basit şikayete yönelik ilaçlarla tedavi edilirler. Daha az bir kısmı ise derinleşir ve dolu hal alır, antibiyotik tedavisine ihtiyaç gösterir. Astıma bağlı öksürükler antibiyotik tedavisine cevap vermezler…
Bu hastalarda inhalerler(fısfıs)ve alerji ilaçları kullanılır. Alerjili insanların dörtte birinde reflü vardır. Mutlaka endoskopi yapılıp antiasit tedavisi uygulanmalıdır. Reflü tespit edilip tedaviye rağmen gece öksürükleri olan kişiler akşam yemeklerini az ve erken yemelidirler.
Bu kişiler mutlaka yüksek yastıkla yatmalıdırlar. Kalp yetmezliği nedeni ile tedavi gören hastalar ise gece öksürükleri varsa bunu mutlaka doktorlarına anlatmalıdırlar. Bu öksürükler tedavi yetersizliğinin ya da hastalığın ağırlaştığının ifadesi olabilir...

Romatizma

Romatizma nedir?
Romatizma; haftalarca bazen aylarca süren ve orijinin bakteriden geldiği sanılan özel bir hastalıktır. Ayrıca, kalp, deri, ciğerler ve sinir sistemi gibi vücudun birçok doku ve organlarında tahrik edici etkileri de olabilir.Hastalık genellikle beş ile on beş yaşlan arasında çocuklarda görülmekte ise de, her yaşta olabilir. Romatizma birkaç yıl süreyle tekerrür etme eğilimindedir.

Romatizmanın sebebi nedir?
Romatizmanın asıl nedeni ve nasıl geldiği henüz kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, streptokok mikrobunun getirdiği enfeksiyonlarla yakından ilgili olduğu birçok delillerle tespit edilmiştir. Romatizma, streptokok mikrobunun getirdiği boğaz ağrısı, bademcik iltihabı, kızıl hastalığı ve başka streptokok ile gelen enfeksiyonların hemen peşinden gelmektedir. Ancak, bu hastalığın gelişmesi için kişide özel bir hassasiyetin mevcut olması gerektiği sanılmaktadır.

Romatizmada irsiyet bir rol oynar mı?
Bazı ailelerde ötekilerine oranla romatizmaya fazla rastlandığı kesin olarak tespit edilmiştir. Fakat, bunun irsiyetten mi ileri geldiği veya çevre ve hayat şartlarının mı bu hastalık üzerinde etkili olduğu bilinmemektedir. Hastanın geçmiş hayatı titiz bir kontrole tâbi tutulduğu vakit, çok vakalarda bu kişinin geçmiş yıllarda romatizma çektiği anlaşılacaktır. Ancak, yine de çok hallerde bu hastanın romatizma çekmemiş olduğu da meydana çıkacaktır. Bununla beraber kalp romatizmasının karakteristik belirtileri; hasta önceden romatizma çekmemiş bile olsa, kalp romatizması teşhisini güçleştirmeyecektir.

Romatizma eklemlere ne şekilde tesir eder?
Hastalığın had derecesinde her eklem tesir altında kalabilir. Belirtiler bir veya daha fazla eklemlerin uçlarında hafif rahatsızlıktan tahammülü zor sancıya kadar değişik olabilir. Dokunmada veya hareket halinde eklemlerde rahatsızlık ve kızarıklıklar, şişkinlikler, yangılar da görülebilir ve hissedilebilir. Genellikle tesir altında kalan diz, bilek, dirsek ve ayak bilek eklemleridir. Ancak, başka herhangi bir eklem de etkilenmiş olabilir. Romatizmanın karakteristik bir özelliği “göçebe” gibi hareket etmesidir. Hastalık bir eklemde yerleştikten sonra burada iyileşebilir ve beklenmedik başka bir eklemde yeniden kendisini gösterebilir.

Romatizma kalıcı bir eklem zedelenmesi veya sakatlığı bırakır mı?
Hayır. Akut hastalık geçtikten sonra eklemler normal hallerine dönerler ve kalıcı bir durum hasıl olmaz. Tekerrür eden romatizmalar bile bir eklemi sakat bırakmakta veya zedelememektedir.

Bu hastalıktan hangi organlar devamlı zedelenmiş kalabilir?
Hastalık süresince birçok organ etkilenebileceği doğru olmakla beraber kalp dışında bütün organlar ciddî hasardan kurtulurlar.

Etkin ve akut safhasında olan romatizmanın kalp üzerindeki etkisi ne olur?
Kalp muhtelif derecelerde etkilenebilir. Bu etkilenme o kadar hafif olabilir ki, klinik bakımından bile belli olmaz veya o kadar ciddî bir alabilir ve çabucak ölüme sürükler. Neyse ki, kalbi etkileyen akut romatizmalar nadir haller olup yeni teşhis ve tedavi metotlarının gelişmesiyle de daha az rastlanmaya başlanmıştır.

Romatizmanın kalp üzerinde sonradan gelen tesirleri ne olabilir?
Tıbbî bakımdan romatizmanın kalbe en büyük etkisi kalp kapakçıkları üzerinde olmaktadır. Bu genellikle akut bir romatizmal nöbetten yıllarca sonra kendisini göstermektedir. Ancak, kalp kapakçıklarında nöbet ilk geldiği zaman meydana gelebilecek tahrik edici yara veya bereler büyük çapta yara izi ve kabuğu geriye bırakabilir. Bu yüzden kapakçıkların biçimi bozulur, zedelenir ve görevleri tam anlamıyla yapamazlar.Akut romatizmal nöbetlerin gelişlerin sayısı ne kadar sıksa, o oranda kalp kapakçıkları zedelenmiş olur.

Romatizmanın kalp kapakçıklarını zedelediği nasıl belli olur?
Tam bir muayeneden geçmek suretiyle ve gerektiği takdirde elektrokardiyografi, fluoroskopi ve X ışınları araştırması yaptırılıp sonuçların incelenmesi yoluyla.

Kalp kapakçıklarının zedelenmesinin anlam ve önemi nedir?
a. .Daha önce de belirtildiği gibi kalp kapakçıkları kalbin muhtelif bölümleri ve çıkışları arasında yerleşmiş bulunmaktadır. Görevleri kanın bir yönde akımını sağlamak ve kan akımı sisteminde kalbin en iyi şekilde vazife görmesini temin etmektir. Kalp kapakçıklarının biçimlerinin bozulması veya zedelenmesi sonucu meydana gelecek arızalarda, bozulma veya zedelenme oranına göre, ya normal ileriye doğru kan akımını engelleyecek veya bir bölümden önde bulunan bölüme kan sızıntılarına yol açacaktır. Bu iki anormal olan zedelenmiş kapakçıkta aynı zamanda meydana gelebilecektir.Bozulan kapakçıklar yüzünden kalp görevini yapabilmek için fazla çaba sarf etmek zorunluluğunda kalmaktadır. Zamanla, kalpteki bölümler genişler ve bütün organ görevli olduğu işi yapmakta gitgide başarısız olmaya başlar.

b. Zedelenmiş kalp kapakçıkları, ilâveten gelecek bakteri enfeksiyonuna kapılmaya fazlasıyla meyillidirler. Meydana gelebilecek bu komplikasyonun sonucu “endokardit”tir. Bu çok vahim bir hastalıktır ve son zamanlara kadar, bu hastalıkta ölüm oranı çok yüksek olmuştur.

c. Kalp kapakçıklarından rahatsız olan kişiler kalbin iç zarında kan pıhtılaşması olmasına meyilli olurlar. Bu pıhtılar zamanla yerlerinden kopabilirler ve kan akımı ile vücudun muhtelif kısımlarına yönelebilirler. Böylece bu pıhtılar hayatî organlara kan akımını engelleyerek geniş çapta “amboli”ye (dokuların harap olması) yol açacaktır.

d. Romatizmal kalp kapakçıkları hastalığı olan kişilerde kalp gerilmesi (kasılma) sonucu ritminde kalbin fazla hızlı veya fazla yavaş çalışması (fibrillasyon) gelişebilecektir. Bu kalbin normal çalışmasını fazlasıyla etkileyebilecek ve kalbin çalışmasına neden olabilecektir.

Bir romatizmal nöbet kaçınılmaz surette kalbi zedeler mi?
Her zaman değil.

Zedelenmiş kalp kapakçıkları düzeltilebilir mi?
Evet. Zedelenme geniş ölçüdeyse, cerrahî müdahale tavsiye edilir. Harap olmuş kapakçıklar, cerrahî müdahaleyle alınır ve yerine iyi çalışan sunî kapakçıklar yerleştirilir.

Romatizmanın tekerrür etmesi ihtimal oranları nedir?
Bugünkü tedavi metotları yürürlüğe girmeden önce, özellikle ilk nöbet küçük çocukluk çağında gelmişse,tekerrür etme oranları yaklaşık % 75′ti. İlk nöbet daha yaşlı bir kimsede olmuşsa tekerrür etme ihtimâli oranları çok daha düşüktür. Ergin yaşta gelen ilk nöbetin tekerrürüne nadiren rastlanmaktadır.

Romatizmanın muhtemel varlığını gösterebilecek belirtiler hangileridir?
a. Nedeni belirsiz nöbet.
b. Nedeni belirsiz eklem ve adale sancıları.
c. Dirsek, elin arka kısmı, ayaklarda, dizkapaklarında, kafatası, omurga ve başka kesimlerdeki kemik teşekküllerin üzerinde belirecek yumrular (Deri, genellikle bu yumruların üzerinde kalacaktır.)
d. Kora hastalığı (St. Vitus dansı).
e. Anîden gelen ve tekerrür eden burun kanamaları.
f. Tekerrür eden karın ağrıları.

www.sifahane.net

İşitme Kayıplarında Epidemiyoloji

İşitme kaybı, toplumlarda büyük popülasyonları etkileyen, para, iş gücü kaybı ve hayat kalitesinde azalmaya neden olan majör bir sağlık problemidir. Sadece gürültü ve travmaya bağlı olarak ABD’de 10 milyon kişi kalıcı, geri dönüşsüz işitme kaybına sahiptir. İşitme kaybı artrit ve hipertansiyondan sonra en sık karşılaşılan kronik sorundur. En sık karşılaşılan işitme kaybı yaşa bağlı işitme kaybı veya presbikuzidir, bunu gürültüye bağlı işitme kayıpları takip etmektedir. İşitme kayıplarını popülasyonlara, etiolojiye veya risk faktörlerine göre incelemiş olan çok sayıda epidemiolojik çalışma bulunmamaktadır. Cruickshanks ve arkadaşları yayınladıkları bir epidemiolojik çalışmada 48-92 yaşları arasındaki işitme kaybı olan popülasyonda odyometri ve timpanometri ile işitme kayıplarını taramışlardır25. Bu çalışmaya göre verilen yaş gurubunda işitme kaybı prevalansı %45.9 olarak bildirilmiştir. İşitme kaybı prevalansı yaş arttıkça artmaktadır ve erkeklerde daha sık izlenmektedir. İşitme kaybının 18 yaş altında görülme sıklığı 17/1000 olarak bildirilmektedir. İşitme kayıplarının birçok farklı nedeninin altında yatan moleküler ve hücresel patofizyolojinin, sıklıklarının, risk faktörlerinin ve hangi popülasyonları etkilediklerinin daha iyi anlaşılması sonucunda hastalara çok daha iyi bir tedavi ve rehabilitasyon önerilebilecektir.

İşitme kayıpları birçok nedene bağlı oluşmaktadır. Bunlardan birçoğu hakkında yeterli epidemiolojik veri bulunmamaktadır. Bu yazıda bazı sık görülen işitme kayıplarının epidemioljik veriler ışığında, sıklıkları, risk faktörleri, etiolojileri ele alınmıştır. Aşağıda işitme kayıplarının etiolojileri görülmektedir.

İletim tipi işitme kaybı nedenleri:
Kondüktif işitme kaybı , dış kulak kanalının ağzı ile kokleanın tüylü hücreleri arasında yer alan, temelde işitsel uyaranın koklear reseptör hücrelere iletiminin engellenmesidir.
Dış kulak yolu kaynaklı patolojiler
Buşon
Yabancı cisim
Kongenital aplazi veya atrezi
Ekzositoz
Tümörler
Osteom
Kistler
Otitis eksterna
Orta kulak kaynaklı patolojiler
Akut otitis media ve efüzyonlu otitis media
Kronik otitis media ve kolesteatoma
Timpanoskleroz
Orta kulak travması
Kemik zincir anomalileri
Otoskleroz
Tümörler
Geçirilmiş orta kulak operasyonları


Sensörinöral işitme kaybı nedenleri:
Sensorinöral işitme kaybı ya kokleanın sensoryal uç organdaki ya da merkezi sinir sistemine uzanan nöral iletim yolundaki defektlere bağlıdır. Bu defekt, ya iç kulak duyu organının akustik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürmesi veya nöral impulsların merkeze iletimi sürecinde ortaya çıkar.
Presbiakuzi
Gürültüye bağlı işitme kaybı
Ototoksisite
Ani idyopatik işitme kaybı
Otoimmün iç kulak hastalığı
Meniere hastalığı
Kongenital sensörinöral işitme kayıpları
Travma
Sifiliz
Menenjit
Multiple skleroz
Migren
Diabetes Mellitus
Paget Hastalığı
İletim tipi işitme kayıpları
Dış kulak kaynaklı patolojiler


Buşon: Muhtemelen en sık görülen iletim tipi işitme kaybı sebebidir. Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından bir okulda yapılan kulak muayene bulgularında kulak kiri en yaygın patoloji olarak görülmüştür ( Çocukların % 39,4 ünde tesbit edilmiştir )45.
Yabancı Cisim: Daha çok çocuklarda ve dış kulak yolunda görülebilmekle birlikte, litaratürde orta kulakta görüntülenebilen yabancı cisim yayınlarına da rastlanmaktadır46.
DKY Aplazisi ve DKY Stenozu : Embriyolojik gelişimleri göz önüne alındığında genellikle birlikte görülen bu iki deformite nadiren iç kulak deformitesi içerir. Ülkemizde M.Kebapçı ve arkadaşlarının yayınladığı ‘’ Konjenital Aural Atrezililerde HRCT bulguları konulu makalede bunu desteklemektedir47. Mikrotia %0.03 canlı doğum sıklığında görülür. Bu hastaların yarısında ilgili bir sendrom bulunmaktadır55. Daha sık olarak erkeklerde ve sağ kulakta görülmektedir.
DKY Egzostozisi : Özellikle yüzücülerde görülen DKY kanalına doğru kemik çıkıntılarının oluşması şeklinde tanımlanan bu patoloji iletim tipi işitme kaybı sebeplerindendir. Avusturalya’da 300 sörf tahtası kullanıcılarında gerçekleştirilen prevelans çalışmasında 90
erkek ve 10 bayan sörfçüde anlamlı derecede ( DKY nun 2/3 veya daha fazlasını ) tıkayacak kadar egzostoz saptanmıştır. Düzenli yüzen ( 20 yıldan fazla ) her iki erkek sörfçüden birinde ve her yedi bayan sörfçüden üçünde zamanla DKY kanalında tıkanıklığa neden olacak derecede egzostoz geliştiğide bildirilmiştir.
DKY Tümörleri : Squamöz h’li Ca , Hollanda ‘da yapılmış bir çalışmada bildirildiği üzere dış kulak yolu kanalının nadir görülen bir hastalığıdır ve 5 yıllık survey % 35 ila % 65 arasındadır50. Avusturalya’dan bildirilmiş başka bir makalede bu surveyi desteklemektedir. Burada DKY nun ve temporal kemik malignensisinin yaygın olmadığı belirtilmiş ve Prince ‘deki Wales Hastanesinde 1974 –1995 yılları arasında tedavi edilen 59 hastalık seride 5 yıllık survey %54 olarak bildirilmiştir. Genellikle bu tümörler 40-60 yaşlar arasında görülürler.
Osteomlar : Nadir benign tümörlerdendir. Genellikle tesadüfi olarak bulunur ve semptom vermez49.
Kistler: Dış kulak yolunda nadiren iletim tipi işitme kaybına neden olabilen kistlere rastlanabilir.
Otitis Externa : Tayland ‘ta yaşları 60-96 arasında değişen 980 kişilik yaşlı popülasyonda kulak hastalıkları prevelansına bakılmış ve kulak kirinden sonra (% 8) ikinci en yaygın patoloji olarak otitis externa ( % 4.3) bildirilmiştir. Bir başka çalışmada otitis eksterna sıklığı yılda 4/1000 oranında bildirilmiştir.
Orta kulak kaynaklı patolojiler:
Akut ve efüzyonlu otitis media: Kulakta en sık görülen hastalıklardan birisidir. Amerika Birleşik Devletlerinin güneyinde yapılan bir çalışmada, çalışmaya katılan çocukların %84’ünde en az bir otitis media atağı, %50’sinde 3 veya daha fazla otitis media atağı ve %25’inde 6 veya daha fazla otitis media atağı geçirdikleri görülmüştür. Büyük Boston Otitis Media çalışmasında çocukların %93’ünde en az bir Otitis media atağı, %74’ünde en az 3 veya daha fazla otitis media atağı geçirdikleri saptanmıştır. ABD’de son yıllarda prevalansın giderek artmakta olduğu görülmektedir. En yüksek prevalans ilk 2 yaşta görülmektedir ve otitis media sıklığı yaş arttıkça azalmaktadır.
Otitis media sıklığı iklimden bağımsız olarak, kalabalık ortamlarda daha fazla bulunmaya bağlı olarak kış aylarında artmaktadır.
Teele tarafından belirlenen otitis media için risk faktörleri erkek cinsiyet, erken otitis media atağı geçirmek, biberonla beslenme ve otitis media atağı geçirmiş bir akrabaya sahip olmak olarak sıralanabilir. Daha sonraları Pulander, Karma ve Sipil allerjiyi, sosyoekonomik durumu, geçirilen viral enfeksiyonları, annenin sigara içiyor olmasını ve ebeveynlerinde otitis media atakları olmasını da risk faktörleri olarak göstermişlerdir. Düşük doğum ağırlığı bir risk faktörü değildir.
Anne sütü ise sadece alındığı dönemde koruyucu bir rol oynar, bunun dışında ileri dönemler için bir koruyuculuk sağlamaz.
Akut otitis media ve Efüzyonlu otitis media için risk faktörleri birlikte çalışılmıştır. Çünkü bu iki hastalık otitis media adlı hastalığın 2 farklı dönemini simgelemektedirler. Ayrıca farklı farklı yapılan çalışmalarda bu iki hastalığın da aynı risk faktörlerine sahip olduğu gösterilmiştir.


Marmara üniversitesi Tıp Fakültesi KBB A.D. da S. İnanlı ve arkadaşlarının Üsküdar bölgesinde yaptıkları bir çalışmada okul öncesi ve okul çağındaki çocuklarda sekretuar otitis media prevelansı araştırılmıştır. Burada çalışmaya alınan 539 çocukta genel SOM prevelansı % 9 iken bu oran 3-6 yaş grubunda %13.6 / 6-9 yaş grubunda %7 olarak tesbit edilmiştir. Danimarka’da yapılan kapsamlı bir çalışmada efüzyonlu otitis media epidemiolojisi çalışılmış ve efüzyonlu otitis medianın timpanometrik inceleme ile kanıtlanan prevalansı araştırılmıştır. Sonuçlarına göre 1 yaşındaki bebeklerde Tip B veya Tip C2 timpanometrinin görülme sıklığı %24 bulunmuştur33. Bununla birlikte timpanometrilerin en sık Tip B olarak karşımıza çıktığı yaş gurubu 2-4 yaş olarak karşımıza çıkmıştır. Timoanometri ile kanıtlanan efüzyonlu otitis media prevalansı 6-7 yaşlarından sonra azalmaya başlamaktadır.
Tarihsel olarak otitis media östaki tüp fonksiyonuna bağlı bir hastalık olarak görülmektedir. Temelde östaki borusu 3 önemli fonksiyona sahiptir ve bunlar orta kulak havalanması, temizlenmesi ve enfeksiyondan korrunmasıdır. Önceki çalışmalarda akut otitis media etilojisinde tıkalı östaki borusunun enfeksiyona yatkınlık yarattığından bahsedilirken, son çalışmalarda akut otitis medianın primer olarak bakterial enfeksiyona bağlı olduğu ve östaki disfonksyonunun buna sekonder olarak ortaya çıktığından bahsedilmektedir. Akut otitis media etiolojisinde üniversal olarak aynı patojenler etken olarak görülmektedir. En sık etkeni S.pnömonia’dır ve sırasıyla H.influenza ve B.catarrhalis’e bağlı olarak görülmektedir. Efüzyonlu otitis media da ise östaki disfonksiyonu, patofizyolojinin tam merkezinde yer almaktadır. Ancak östaki disfonksiyonu primer bir problem olmaktan çok inflamatuar bir duruma sekonder olarak oluşmaktadır.
Kronik otitis media ve Kolesteatoma: KOM prevelansı İsrail de yapılan bir araştırmada 100 000 kişide 39 olarak bildirilmiştir. Hastalığın genetik yapı ve sosyoekonomik seviye ile ilişkili olduğu kabul edilir. Kolesteatomanın gerçek prevalansı bilinmemektedir. 4.2/100000 kişide kolesteatomalı kronik otitis media ve 13.8/100000 kişide kolesteatomasız kronik otitis media görülmektedir. Bazı çalışmalarda kolesteatoma’lı kronik otitis media’nın çocuklarda 3/100000, erişkinlerde ise 12.6/100000 oranında görüldüğü bildirilmiştir. Kolesteatoma etiyolojisinde invajinasyon, epitelyal invazyon, bazal hücre hiperplazisi ve skuamöz metaplazi teorileri ayrı ayrı destekçiler bulmuştur. Kolesteatomasız kronik otitis media’da ise etiolojide son yıllarda biofilmler tartışılmaktadır.
Timpanoskleroz: Travmaya sekonder yada otitis media’nın bir komplikasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Çoğu hastada bu kalsifiye hyalin plaklar işitme kaybına neden olmaz veya çok hafif, klinik olarak önemsiz işitme kaybına neden olurlar. Timpanosklerozdaki işitme kaybının nedeni kemik zincirdeki fiksasyondur. Kronik otitis media’da timpanoskleroz insidansı %9-38 olarak bildirilmiştir. Kinney yaptığı bir çalışmada kronik otitis media nedeniyle opere edilen 1495 hastanın %20’sinde timpanoskleroz saptamıştır. Daly yayınladığı bir çalışmada, 4 yıllık takipte, 5-15 yaş arası çocukların ortalama %10’unda timpanoskleroz insidansı bildirmiştir. Hussl ve Mueller yaptıkları çalışmada timpanosklerozun kronik efüzyonlu otitis medianın sık bir komplikasyonu olduğunu bildirmişlerdir. Bu çalışmada efüzyonlu otitis media için yerleştirilen ventilasyon tüplerinden 6-8 yıl sonra kulak zarlarının %19.7’sinde timpanoskleroz saptamışlardır. Ayrıca sık tekrarlayan akut otitis media sonrasında da timpanoskleroz görüldüğünü bildirmişlerdir. Tos ve Stangerup ventilasyon tüpü takılan kulaklarda (%59), sadece miringotomi yapılan karşı kulaklara göre (%13) daha fazla timpanoskleroz saptamışlardır5. Magat ve arkadaşları timpanostomi tüpü takılan 1274 hastada yaptıkları bir çalışmada timpanoskleroz insidansını %23.6 olarak bildirmişlerdir.
Kulak travması: Kulak travmaları sonucunda iletim tipi işitme kaybı timpanik membranın perforasyonu sonucunda, künt bir travma sonrası oluşabilecek olan hemotimpanum veya ossiküler dislokasyon sonrasında görülebilir. Ayrıca temporal kemik kırıklarına bağlı oluşan iç kulak hasarında da sensörinöral işitme kaybı görülebilir. Tüm kulak travmalarına bağlı oluşan işitme kaybı etiolojisi bu başlık altında incelenmiştir. Eskiden motorlu taşıt kazalarının %75’ine kafa travması eşlik ediyordu. Son yıllarda kaskların ve emniyet kemerlerinin kullanıma girmesinden sonra bu oran azalmıştır.
Eğer travma kafa kemiklerinde kırığa yol açabilecek kadar büyükse %14-22 hastada temporal kemik fraktürü görülmektedir. Temporal kemik kırıkları için bugüne kadar yayınlanmış en büyük seride tüm temporal kemik kırıklarının %31’i motorlu taşıt kazalarına bağlıdır. Temporal kemik kırıkları genellikle erkeklerde (3:1) ve genç ve orta yaşlı erişkinlerde görülmektedir. Temporal kemik fraktürlerinin %8-29’unun bilateral olduğu rapor edilmiştir. Eskiden temporal kemik kırıkları longitudinal veya transvers olarak sınıflandırılırdı ancak çoğu fraktürün oblik veya mikst olması dolayısıyla bu klasifikasyon yerine otik kapsülü içine alan kırıklar veya almayan kırıklar olarak yeni bir klasifikasyon oluşturuldu. Eski klasifikasyona göre longitudinal kırıklar %70-90 ve transvers kırıklar %10-30 oranında görülmektedir. Yeni klasifikasyona göre kırıkların %2.5-5.8’i otik kapsülü içine alan kırıklar olarak bildirilmiştir. Otik kapsülü ilgilendiren kırıkların çoğu longitudinal planda saptanmıştır. Otik kapsülü ilgilendiren kırıkların tamamına yakını sensörinöral işitme kaybıyla sonuçlanıyor olsa da her zaman olmadığını bildiren yayınlar da vardır. Otik kasülü içine almayan kırıklar ise genellikle iletim tipi veya mikst tip işitme kaybıyla sonuçlanmaktadır. Hemotimpanum veya kanlı otore neredeyse tüm temporal kemik kırıklarında görülmektedir. Travmatik timpanik membran perforasyonları genellikle spontan olarak iyileşmektedir ve acil müdehale gerektirmemektedir.
Yapılan çalışmalar sonucunda travmatik timpanik membran perforasyonu prevelansı ortalama yılda 1.4-8.6/100000 oranında bildirilmiştir. Temporal kemik kırıkları genellikle rivinus çentiği civarında timpanik membranı yırtmaktadır. Bu kırıklarda %20 oranında ossiküler zincir ayrılması görülmektedir. En sık görülen patoloji inkudostapedial eklem ayrılmasıdır12. Temporal kemik travmaları sonrası oluşan iletim tipi işitme kaybı %80 oranında herhangi bir müdehale gerektirmeden spontan olarak iyileşmektedir13. Eğer iletim tipi işitme kaybı düzelmiyorsa muhtemelen kemik zincir patolojisi mevcuttur.
Kemik zincir anomalileri: Orta kulak kemikçikleri içinde gelişimi en geç tamamlanan ve en çok malformasyon görülen kemikçik stapestir. Diğer kemikçiklerin gelişimi hızlıdır.
Otoskleroz: Değişken penetrans oranlarıyla birlikte otozomal dominant geçiş karekteristiği gösteren herediter bir bozukluktur. Hastaların 2/3’ü kadındır. Genellikle işitme kaybı geç 10’lu yaşlar ve erken 20’li yaşlarda başlasa da bazı hastalarda işitme kaybının başlangıcı 40 yaşına kadar gecikebilmektedir. Cerrahi olarak tanı alan en küçük otoskleroz hastası 6 yaşındadır.
Gebelik ve östrojen kullanımı ile kötüleşebilmektedir. Otoskleroz’un prevalansı ırklara göre farklılık göstermektedir. Beyaz ırkta erkeklerde %7.3, kadınlarda ise %10.3 oranında görülmektedir. Histopatolojik olarak otoskleroz tanısı almış hastaların ancak %12.3’ünde stapes fikse olarak izlenmektedir. % 70 hastada hastalık bilateral olarak görülmektedir. Hamilelikte kötüleştiği bilinen hastalığın hamilelikte başlaması sıklığı %10-17 arasında bildirilmiştir. Erişkinlerde görülen herediter işitme kaybının en sık nedeni olarak gösterildiği bir çalışmada, işitme kaybı olan seçilmiş popülasyonda %2 oranında bulunmuştur.
Tümörler: Orta kulağı ilgilendiren primer benign ve malign birçok nadir tümör mevcuttur. Bunların içinde bazıları daha sık karşılaşılan problemler olduğundan önem kazanmaktadır. Rabdomiyosarkom orta kulak ve mastoid bölgenin çocuklardaki en sık tümörüdür. Paragangliomalar akustik nörinomdan sonra en sık karşılaşılan temporal kemik tümörleridir.


Sensörinöral işitme kayıpları:
Presbiakuzi:
Bir etiolojinin ortaya konamadığı yaşlılık ile ilişkili işitme kaybıdır. Genellikle işitme kaybı sensörinöraldir ve yüksek frekanslarda yoğunlaşmaktadır. Bu konuda epidemiolojik çalışma yapmak çok güçtür, özellikle gürültüye bağlı işitme kayıplarını çalışma gruplarından ayıklamak neredeyse imkansızdır. İşitme kaybının en sık nedenidir. 65 yaş üstü popülasyonda %30 oranında görülmektedir14. 75 yaş üzeri popülasyonda %50’ye çıkmaktadır. Yaşlılığa bağlı işitme kaybı erkek hastalarda daha ciddi olmaktadır. Kore’de yapılan bir çalışmada 65 yaş üzeri risk faktörü olmayan popülasyonda presbiakuzi görülme sıklığı %37.8 olarak bulunmuştur.
Gürültüye bağlı işitme kaybı: İşitme kaybının en sık nedenlerinden birisidir. 1966-1971 yılları arasında incelenen 30.000 Macar’da gürültüye bağlı işitme kaybı %20 oranında bulunmuştur15. Amerika Birleşik Devletlerinde 30 milyon kişi gürültüye maruz kalmakta ve bunlardan 10 milyonunda işitme kaybı görülmektedir.
Ototoksisite: Ototoksisite geçici veya kalıcı iç kulak disfonksyonuna neden olan kimyasal ajanlar veya ilaçları içermektedir. Birçok kimyasal madde bu hasara neden olabilmektedir. Burada bazı sık karşılaşılan maddeler hakkında epidemiolojik verilerden bahsedilecektir.

Aminoglikozidler uzun yıllardır ciddi enfeksiyonların tedavisinde kullanılan antibiyotiklerdir. Aminoglikozidlere bağlı ototoksisite, tüm ajanlar göz önüne alındığında total olarak, %20 oranında görülmektedir. Bu ajanların toksik etkileri kullanımından günler veya haftalar sonra ortaya çıkmaktadır. Aminoglikozidler başta yüksek frekansları etkilemektedir, kullanım devam ederse konuşma frekansları da etkilenmektedir. Aminoglikozidler iç kulak ile etkileşerek serbest oksijen radikali oluşumu sonrası özellikle dış tüylü hücrelerde toksisiteye neden olmaktadırlar. Sisplatin birçok malign tümörün tedavisinde kullanılan potent bir antineoplastik ajandır. Yapılan bir çalışmada testis kanseri nedeniyle sisplatin verilen hastaların %20’sinde kalıcı işitme kaybı saptanmıştır ve yüksek dozda sisplatin alan hastalarda işitme kaybı insidansı %50 olarak saptanmıştır. Pediatrik hastalarda sisplatin ototoksisitesini daha sık görmekteyiz. Furasemid ile ototoksisite yapılan bir çalışmada %6 oranında görülmüştür. Furosemidin neden olduğu ototoksisite plazmadaki serbest fraksiyonuyla doğru orantılıdır. Salisilatlar da işitme kaybına neden olmaktadırlar. Plazmadaki serbest salisilat miktarı iç kulaktaki sensörial hücrelerde eşik potansiyeli artışına neden olmaktadır ve serbest miktar arttıkça işitme kaybının derinliği de artmaktadır20. Malarya tedavisinde kullanılan Kinin’e bağlı işitme kaybı kullanan hastaların %20’sinde bildirilmiştir. Makrolid antibiyotikler ve Vankomisin de ototoksik antibiyotiklerden bazılarıdır.
Ani idyopatik işitme kaybı: Ortalama insidansı yılda 1/5000 ile 1/20000 kişi arasında değişmektedir. Her yaşta görülebilmekteyse de en sık olarak 50-60 yaşlar arası görülmektedir. Erkek kadın oranı farklılık göstermemektedir. Simultane olarak bilateral görülme olasılığı çok düşüktür. Etiolojide viral enfeksiyonlar, vasküler tıkanıklık, otoimmünite ve intrakoklear zar yırtıkları suçlanıyor olsa da en sık idyopatik olarak görülmektedir. Ani işitme kayıplı hastaların %28’i hikayede son 1 ayda geçirilmiş viral ÜSYE tanımlamaktadırlar. Vasküler nedenler de etiyolojide incelenmiştir ancak gerçekte çok az hastada gerçekten vasküler etiyoloji ortaya konabilmiştir.
Otoimmün iç kulak hastalığı: Primer otoimmün iç kulak hastalığı nadir bir durumdur. Kesin tanı koydurabilen bir tanı metodu olmadığından gerçek insidansı bilinmemektedir. Ancak yılda 1/5000-1/20000 insidansında görülen ani işitme kaybından daha nadir bir hastalıktır. Multisistemik otoimmün hastalıklarda kulak tutulumu Wegener granülomatozu ve Cogan hastalığı haricinde nadirdir. Wegener granülomatozu tanısı olan hastaların %30-50’sinde kulak tutulumu görülmektedir.
Meniere hastalığı: Meniere hastalığı insidansı birçok çalışmada farklı olarak bildirilmiştir. İngiltere’de 157/100000, İsveç’te 46/100000, Fransa’da 7.5/100000 olarak saptanmıştır. Meniere hastalığı genellikle beyaz ırkı etkilemektedir ve kadınlarda bir miktar daha sık görülmektedir. Genelde tek taraflı olan hastalık daha nadiren bilateral de olabilir.
Kongenital sensörinöral işitme kayıpları: Kongenital sensörinöral işitme kaybının görülme sıklığı 1-3/1000 canlı doğum olarak bulunmuştur. Derin kongenital sensörinöral işitme kaybı olan kişilerin oranı ise 1/1000 canlı doğumdur. Connely ve arkadaşları yaptıkları çalışmada risk faktörü olmayan popülasyonda yenidoğanlarda işitme kaybı sıklığını 1/811 ve risk faktörü olan popülasyonda bu oranı 1/75 olarak bulmuşlardır58. Bu durumun %30 nedeni sendromik sensörinöral işitme kayıpları iken % 70 nedeni non sendromik işitme kayıplarıdır. Non sendromik işitme kayıplarının %18’i otozomal dominant, %80’i otozomal resesif ve %2’si ise X-linked veya mitokondrial kalıtım özelliği göstermektedir. Türkiye’de İstanbul ve Zonguldak’ta işitme kaybı olan çocuklar arasında yapılan epidemiolojik bir çalışmada, işitme kayıplarının %62.9’unun genetik kökenli olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada gelişmekte olan ülkelerde kongenital işitme kayıplarının gelişmiş ülkelerden çok daha sık olduğu vurgulanmıştır.
200’ün üzerinde sendrom kongenital işitme kaybıyla alakalı olarak bulunsa da bunlardan rölatif olarak daha sık görülenlerin epidemiolojik verileri aşağıda sıralanmıştır.
BRANKİO-OTO-RENAL SENDROM: Otozomal dominant kalıtım gösterir. Prevalansı 1/40000 yenidoğandır. Derin işitme kaybı olan çocukların %2’sini oluşturmaktadır. Mutasyon EYA-1 genindedir.
NÖROFİBROMATOZİS TİP 2: Otozomal dominant kalıtım gösterir. Prevalansı 1/40000 ile 1/90000 doğumdur34. 22. kromozomda merlin proteinini kodlayan gende mutasyon mevcuttur.
STİCKLER SENDROMU: Otozomal dominant kalıtım göstermektedir. Prevalansı 1/10000 doğumdur35. COL2A1, COL2A2 veya CO11A1 genlerindeki mutasyona bağlı olarak oluşmaktadır. Bu genler kollajen tip 2 veya tip 11’i kodlamaktadırlar.
WAARDENBURG SENDROMU: Otozomal dominant kalıtım özelliği göstermektedir. Prevalansı 1/10000 ile 1/20000 arasında değişmektedir. Tip 1 Waardenburg sendromu PAX3 geni, Tip 2 MITF geni, Tip 3 PAX3 geni ve Tip 4 Waardenburg Sendromu da EDN3, EDNRB ve SOX10 genleri mutasyonları sonucunda oluşmaktadır.
TREACHER-COLLİNS SENDROMU: Otozomal dominant kalıtım göstermektedir. Treacle proteinini kodlayan TCOF geni mutasyonu sonucunda oluşmaktadır.
PENDRED SENDROMU: Otozomal resesif kalıtım özelliği göstermektedir. En sık olarak kongenital işitme kaybı nedeni olan sendromdur. Prevalansı 1/10000 kişidir. Herediter sağırlık vakalarının %10’unu oluşturmaktadır. SLL26A4 gen mutasyonu sonucunda oluşmaktadır.
USHER SENDROMU: Otozomal resesif kalıtım özelliği göstermektedir. Prevalansı 1/20000 ile 1/25000 kişi arasında değişmektedir. Herediter işitme kayıplarının %5’ini oluşturmaktadır. Hem sağır hem körlerin toplumda %50’sinin nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. En sık mutasyonların MYO2A ve USH2A genlerinde olduğu heterojen bir grubu temsil etmektedir.
ALPORT SENDROMU: X’e bağlı kalıtım özelliği göstermektedir. COL4A5 gen mutasyonu sonucunda oluşmaktadır. Bu gen mutasyonu 1/5000 doğumda bir görülmektedir.
Non sendromik işitme kayıpları birçok gen mutasyonuna bağlı oluşan, işitme kaybına başka anomalilerin eşlik etmediği hastalık grubunu oluşturmaktadır.
DFNB1 MUTASYONU: Non sendromik herediter işitme kayıplarında görülen en sık mutasyondur. Otozomal resesif geçiş özelliği göstermektedir. Connxin 26’yı kodlayan GJB’ gen mutasyonu sonucunda oluşmaktadır. Otozomal resesif geçişli işitme kayıplarının %50’sini oluşturmaktadır36. Irklara göre taşıyıcılık oranı değişmekle birlikte mutasyonun ortalama görülme sıklığı %3 civarındadır.
Menenjit: Gelişmekte olan ülkelerde menenjit sık görülen bir hastalıktır. Menenjitin en sık nörolojik sekeli işitme kaybı olmaktadır. Etiyopya kaynaklı bir çalışmada menenjit sonrası taburcu edilen çocuklarda işitme kaybının sıklığı %25 olarak bildirilmiştir. Hollanda’da 628 non-Hib menenjit geçiren hastada yapılan bir çalışmada işitme kaybı sıklığı %7 olarak bulunmuştur. Bu da göstermektedir ki düşük sosyoekonomik düzey nedeniyle işitme kaybı sekeli daha sık olarak ortaya çıkmaktadır.
Kistik Fibrozis: İspanya’da Kistik fibrozis nedeniyle takip edilen hastalar arasında yapılan bir epidemiolojik çalışmada işitme kaybı prevalansı %28.56 olarak bulunmuştur. Burada ototoksik antibiyotiklerin kullanımının bu oranı arttıracağı da vurgulanmıştır.
Sifiliz: Kongenital veya akkiz sifiliz sensörinöral işitme kaybı ile ilişkili bulunmuştur. Kongenital sifilizde %17, geç latent sifilizde %25 ve semptomatik nörosifilizde %80 sıklıkta işitme kaybı bildirilmiştir.
Multiple skleroz: Multiple skleroz hastalarının %4 ile %10’u oranında sensörinöral işitme kaybı görülmektedir22,23. Bilateral, unilateral , ani başlangıçlı veya yavaş başlangıçlı olabilir. Bayanlarda daha sıktır ve 20-30 yaşlar en sık görüldüğü dönemdir.
Migren: Migren hastalarında semptomlara bazı odyovestibular şikayetler eşlik edebilir. Özellikle baziler migren alt tipinde bilateral işitme kaybı insidansı %46 olarak saptanmıştır, tek taraflı işitme kaybı insidansı da %34 olarak saptanmıştır.
Diabetes Mellitus: Diabetes Mellitus hastalarında artmış vasküler patoloji riski nedeniyle artmış işitme kaybı insidansı beklense de bunun böyle olduğunu kanıtlayan hiçbir delil elde edilememiştir.
Paget Hastalığı: Paget hastalığı 40 yaşındaki popülasyonun %3’ünü, 80 yaşındaki popülasyonun %11’ini etkileyen sık bir hastalıktır. Paget hastalığında işitme kaybı %5-%44 oranında görülmektedir ve genelde sensörinöral veya mikst tiptedir.
Behçet Hastalığı: Türkiyede nispeten sık görülen bir hastalık olan Behçet Hastalığı işitme kaybına neden olabilmektedir. Türkiye’de yapılan bir çalışmada Behçet Hastalığında işitme kaybının sıklığı %55 olarak bulunmuştur ve bunun çoğu yüksek frekansları ilgilendiren kayıptır.


Prof.Dr. M.Fatih ÖĞÜT